Hazırlık ve Stockholm'e Uçuş
Cuma günü ofisten bayram tatili için izin alıp eve geldiğimde öğle saatleriydi. Önceki geceden hazırladığım bisiklet ve çantaları kutuya aşk edercesine tepiştirdim. Normalde kutularla konuşan bir insan değilimdir fakat malzemelerin düzgünce yerleşmemesi ağzımdan tatlı sert sözler çıkmasına neden oldu. Böyle durumlarda ne var ne yoksa çıkarıp tekrar başa sarıyorsunuz. Silme yerleştirmek yani bir şekilde boşluk olmamasına dikkat edilmeli. Son bandı da çekip sağlamlığını kontrol ettim. Anladım ki bisiklet kutularken kontrolden çıkabiliyordum. Elimde 5 rulo bant olsa sevdiğim için gözümü kırpmadan feda edebilirdim. Kutuya baktım ve benim için dış görünüşün önemli olmadığını düşündüm (yalan, terazi burcuyum ben). Önemli olan kutunun iç güzelliğiydi. Birkaç gün bisikletten kopacak, ilişkimize ara verecektik. 2 heybe, 1 sırt çantası ve 1 gidon çantası evim, yerim, yurdum olacaktı. Evin içindeki dertlerimi çözüp, kutuyu ve kendimi kapının dışına atarak yeni dertlere yelken açmam gerektiğinin farkıdaydım.
Gelelim kaotik uçuş sürecine. Bisiklet turu geleneğimin olmazsa olmazıdır tur öncesi gerginlik.
Her ne kadar uçuş saati 21:45 olsa da uçak Sabiha Gökçen'den kalkacağı için insan tedirgin oluyor. Beşiktaş'ta oturuyorsanız ve yükünüz de ağırsa diğer taraftan uçmak için en mantıklı seçenek bir şekilde kendinizi Taksim'e atıp oradan da Havataş mı, Havaş mı, Havabus mı artık adı neyse onu kullanmak olacaktır. Ben de öyle düşündüm ve Kurtköy'e doğru yol aldım. Valideçeşme civarından Taksim'e giden taksi bulmak istiyorsanız sağlam sinirlere sahip olmanız gerekir. Eğer uslu bir çocuk olmazsanız binmediğiniz (binemediğiniz) taksiyle bile tartışabilirsiniz. Literatürde "Neden durmadın kavgası" deniyor buna. Öncesinde taksici arkadaş herhangi bir şeye sinirlenmiş ise şirinleri görme ihtimaliniz yüksek. Bir de "Kısa mesafe" kavgası var. Onun IMDB puanı 8.9 olması gerek. Amenna deyip insafına kalmış bir taksici arkadaş lütfetti de bir şekilde Taksim'e ulaştım. Az önce ismini zikredemediğim firmanın aracını kullanıp havaalanına doğru yol almaktı niyetim ama o da ne? Araç, güzergahı gereği birinci köprüye (Marmara Denizi'ne yakın olan) ulaşmak için Beşiktaş'a inmek zorunda. Beşiktaş'ta ise bayram arefesi nedeniyle trafik kilit olunca otobüsteki bazı yolcular uçağını kaçırdı. Erteleyebilen erteledi, rötarı olan sevindi. Karışık duygular barındıran otobüsün tam ortasında olanları izliyordum. Çünkü This is İstanbul! Ben neden akşam 21:45'teki uçak için öğlen 3'de yola çıkıyorum düşünün bakalım.
Toplamda 28.5 kg civarı bir yüküm olmasına karşın içinde gereksiz olduğunu düşündüğüm şeyler de var. Bu konuya ilerleyen yazılarda değineceğim. Bir adet Ortlieb'ı ve sırt çantasını yanıma aldığım için kutunun ağırlığı sadece 25.6 kg oluyor. Pattis gibi tarttarım hep.
Gideceğim tek yer havaalanı
Bana lazım yeni yaşam alanı
Gözünün önünden uçup giderek
Nasıl söndürdüm bütün havanı
Yukardaki dizelerde göreceğiniz üzere şair burada lastiklere seslenmiş. Uçakta bisiklet taşımak isterseniz lastiklerin havasını mutlaka indirmeniz gerekiyor. Havaalanı görevlisi tarafından bisiklet X-Ray cihazında incelendiğinde kutuyu açıp tekerlerin havasını indirmenizi isteyeceklerdir. Zaten o şekilde sokamazsınız da yine de bilgi vereyim. Heyecan yaşamak isteyen deneyebilir. Hadi bir çılgınlık yapıp soktunuz diyelim. Yüksek irtifada sıkıntı yaratacak ve lastiklerinizden nahoş bir ses gelecek. O ses uçağın içine ulaşır mı hep merak etmişimdir. Ben daha sorulmadan lastiklerin havasının inik olduğunu söyleyerek topu karşı tarafa atıyorum. Çünkü "Profesyonel bisiklet taşıyıcısı" olmak bunu gerektirir.
Hafif olmak güzel. Aslında her şey kutuyu büyük bagaj alanına teslim edene kadar.
Yurtdışı çıkış harcı pulu, satış ofisinden bisiklet taşıma kağıdı zımbırtısı -ki bunun için Pegasus yurt dışı uçuşlarında 45 dolares alıyordu bu gezide yapıldığı zaman-, bilet, check-in, ıvır zıvır derken büyük bagaj alanına bisikleti teslim edip (teslim değil de bırakmak aslında, "öylece bırakın" denilen bir sistem var) pasaport kontrolüne ulaşınca insan ister istemez "acaba?" diye soruyor kendi kendine. Sebepsiz kendinden şüpheleniyor insan. Kapıdan geçince pasaport memurunun şahsa verdiği özgürlük madalyası ise paha biçilemez.
Neyse geçtim gittim ama 6 saattir su içmediğimi fark ettim. Evet, bulunduğum yer dağın başı değil ama çantalar, kutu, oradan oraya koşturmaca derken su içmek insanın aklında uçup gidiyor. Sudan ziyade bira tükettiğim için de duty free kıyılarına yanaşıp lagerleri kaptım. Raflar malum olunduğu üzere viskilerle, vodkalarla bezenmiş. Biraları kıyıya köşeye saklamışlar. O renk cümbüşünün büyüsüne kapılmamak lazım. İnsanın almayacağı şeyleri alası geliyor. Neyse banka oturup dinlendim biraz. Heineken, üstüne bir de Amstel derken yüzüme renk geldi.
Çantalara malzemeleri pay ederken çadırın polleri ve alyan takımını yanıma aldığım Ortlieb'ın içerisine atmışım. Düzenli olmama rağmen unutkanlığımın cezasını az kalsın çok ağır ödüyordum. Son bagaj kontrolüne geldiğimde "Tut la tut yakaladık" havalarında olan bagaj kontrolcüsü arkadaşlar benden bunları alıp kenara koydu. Yapmayın etmeyin nidalarım fayda etmedi. Her ikisi de tur öncesinde tura etki edecek öneme sahip şeyler. Alyan takımı olmadan bisikleti söküp takamam. Poller olmadan çadırı doğru düzgün ayakta tutamam. Yani Stockholm'den temin edilebilir ama uğraş dur şimdi. Eşyalarıma el koyan arkadaş "Bilet kontrolünden görevli birisi ile gelirseniz ona teslim edebilirim" dediği gibi kapıya yöneldim. Kibarlığından değil de keyfe kederliğinden söyledi "edebilirim"i. Üstelemedim artık. Stockholm uçuşu için görevliler henüz kapıdaki yerlerini almadılar ama aynı firmanın bir önceki uçuşunda kapıda boş boş takılan 1-2 kişiye rica ettim. Pek o taraflı olmadılar. Kapı ile bagaj kontrol noktası arası oldukça uzak mesafe diyebilirim, tahmini 10 dakika, koşturarak 5-6 dakika gibi. İçime nasıl bir his doğduysa artık, yukarıya doğru koşturdum yeniden. Sanki birisi beni uçağa zorla sokacak, ben de havaalanından kaçmaya çalışıyorum. Öyle bir dengesiz durum var. "Abi yanlış tarafa koşuyon" demesinler diye de kalabalığın fazla olduğu anlarda hem yavaşlıyorum hem de soluklanmaya çalışıyorum. Karşıdan görevli bir arkadaşın geldiğini fark ettim. Üstüne atlamamak için kendimi zor tuttum. Aşağı kata iniyormuş. "Stockholm'e uçuşu mu?" diye sorunca istediğim cevabı aldım. "Hocam duydun mu yaa uçuşu iptal etmişler..." demedim tabii:) O kadar zevzekliğin lüzumu yok. Velhasıl durumu hızlıca anlattım. "Normalde olmuyor, bizim gitmemiz yasak, o uygulama kaldırıldı geçen hafta" diye söylendi. Uygulamanın kaldırılıp kaldırılmadığından ya da uygulama olup olmadığından haberim yok. Muhtemelen görev tanımında "Aşağıya inip kapıda bilet kontrolü yapmak" var. Yalvar yakar bagaj kontrol noktasına gittik. Polleri ve alyanı aldık. Kaydını tuttular. Kapıdaki bilet kontrol noktasında en son beraber gideceğimizi söyledi. Ben de kontrol noktasından aldığım zımbırtıları yeniden çantaya atıp uçağın bagajına koyması için görevli arkadaşa verdim. Kaçıncı kez "ohh" dedim bilemiyorum ama uçağa girip oturmak en rahatlatıcı şeydi o gün benim için. Arkadaşa teşekkürü borç bilirim efenim.
Tatil dedik, trafik dedik, uçağa binmeden önce rötarı yedik. Trafik sadece yerde değil, havada da aynı şekilde yoğun. Tüplerin içinden geçip uçağa ulaşmanın akabinde "Sevgili çocuklar, değerli yolcularımız; Şu anda pistte bir yoğunluk yaşanmakta. 14. sıradayız." şeklinde anons gelince homurtular başladı haliyle. Dışarda beklemek sıkıntı değil ama uçağın içinde hakikaten geliyorlar. Ben de gidiş-dönüş ücreti olarak 239 Lira vermenin rahatlığıyla "Oğlum zaten üç kuruş ödedin, takılma keyfine bak" diyerek kendimi rehabilite etmeye çalıştım. Tahmini bir buçuk saate yakın bir süre pistte bekledik. Sudoku çözdüm, dergi okudum, fotoğraflara bıyık yaptım derken bir şekilde göğe erdik ve Arlanda Havaalanı'na iniş yaptık uçak olarak.
Hej Sverige!
Evvet! açılın ben geldim. Okları takip ederek hedefe ulaşmaya çalışıp pasaport kontrolüne giden ilk kişi olarak "Lan bir an önce bitsin de şu işkence çıkıp gideyim artık" diye düşünürken İskandinavya'nın umarsız, suratsız, itici, bir o kadar da soğuk benizli yüzüyle karşılaştım. Tabii bir yere kadar. Pasaport memuru ablamız "Nerden geliyorsun, nereye gidiyorsun, ne yapacaksın benim ülkemde ey yolcu?" diye sordu. Anlattım. "Bisiklet" kelimesi meğersem anahtar kelime imiş. Kadın, tur yapacağımı duyunca yüzünde güller açtı, yanakları al oldu. Sorgu bir anda sohbete dönüştü. "Ablam ,canım ablam uzatma, aşacağım yollar var daha" diyemedim. Herhangi bir ülkeye ait olmadığınız hallerde espri yapılmaması gerekliliğinden yukarda bahsetmiştim. Maksat iş görülsün.
Pasaport duvarını aşınca kutuyu büyük bagaj alanında teslim alıp beni beklemekten helak olan dostum İlker'e kavuşmak kalıyordu. Kolay olmadı. O kutu o noktaya bir türlü gelmedi. Ben de beklemekten sıkıldım. Uykum açılsın diye tuvalete gidip elimi yüzümü yıkayayım dedim. Tuvalette bardak var. O bardakla tuvaletten su içebiliyorsunuz. Temiz. Beğenmezseniz de 2 Euro'ya gidip 500 ml'lik su alın onu için. Oraya buraya bakınırken nihayetinde bisiklet kutusunu görmenin mutluluğu ile koli taşıma arabalarından birisine yükledim ve sözleşme imzalamaya gelmiş Brezilyalı futbolcu gibi halkı selamlayarak İlker'e doğru yöneldim. Birbirimizi nereden baksan 4-5 senedir görmüyorduk. İlker eski iş arkadaşım bu arada. "Abi naber, yolculuk nasıl geçti" faslından sonra metronun bu saatte olmadığını ancak sabah civarı binebileceğimizi söyledi. Otobüs de yok. Eee o zaman? Taksi var.
Taksiyle pazarlığı yaptık ve 70-80 Euro civarı bir fiyata anlaştık. İyi ki pazarlık yapmışız bak.. Arlanda Havaalanı ile İlker'in evi arası aşağı yukarı 50 km kadar. O yorgunlukla hesap kitap yapmadan tamam diyerek parayı bayıldım. Yalnız şöyle bir şey var; İstanbul-Stockholm gidiş ve Kopenhag-İstanbul dönüş uçak biletlerinin toplamına yukarıda bahsettiğim gibi 239 Lira ödedim, taksiye ise o zamanın Türk Lirası ile 280 Lira. Evet şu ekonomide bunlar çok komik rakamlar gibi gelebilir ama bu gezinin 2016 yazında yapıldığını tekrar hatırlatmakta fayda var. İş malinesi izlerken "Ya kaç kilo çimento gitmiştir buna" diyenlerdenseniz buyrun hesaplayın. Bu arada bizim paramız sabit durmadığı için ücretleri Euro olarak söyleyeceğim ve bol bol "o zamanın" diyeceğim ki çarpıp-bölme işinden feragat edeyim. Pahalı olup olmaması sizin ekonomik durumunuza kalmış. Ama gerçek şu ki ülke olmuş kaybedenler kulübü.
Taksici Suriyeli çıktı. Viking beklerken Ortadoğulu denk geldi. Üstüne de "Abi siz seversiniz" diyerek İbrahim Tatlıses konserini telefonundan açtı. Hah şimdi eksik parça tamamlandı. Eve kadar onu izledi, izletti, dinletti. Yine susuzluk krizim tutunca İlker'e bu saatte nereden su bulabileceğimizi sordum. Taksicide su varmış. İçtim rahatladım. Eve ulaştık. Başım ağrıyor. Son zamanlardaki en güzel uykumu uyudum sanırım.
God morgon
Uyuduğum yeri anlamamış olacağım ki "nerdeyim ben?" diye afallayarak uyandım. Şoku üzerimden attım ve ilk yaptığım şey perdeyi aralamak oldu. İlk saniyeden huzuru hissetmek kadar güzel ne var? Kahvaltıda ilk söylediğim sözleri hatırlıyorum: "Ya biz İstanbul'da camdan bakınca beton gören insanız". Bu arada god morgon da neyin nesi diye soran olursa dünyanın en kötü "günaydın" deme şekli diye cevap verebilirim.
Ailece kahvaltı yapıldı. İlker'le Stockholm'e gidip gezme konusunda anlaşmaya vardık. Evden ayrılıp tren istasyonuna doğru yürümeye koyulduk.
Evin hemen köşesinde bir kreş mevcut. "Ayşe Teyze Kreş ve Anaokulu" yazmadığı için ikna olamadım. Yapıya bakınca soğuk hava deposu gördüğüm için fotoğrafı buraya koymayacağım. Biz Türkler olarak herhangi işletmenin ne iş yaptığını 300 metreden bakınca anlamalıyız. Kuzeyde böyle bir durum yok. Algılar tamamen açık şekilde çevreye bakındığım için farklılıkları görebiliyorum. İşin zevki sende olan ile olmayanı karşılaştırmak. Mesela yollarda bisikletlerin geçebilmesi için butonlar var. Öyle trafiğin yoğun olduğu falan da yok açıkçası. Bu düğmelerden Danimarka'da da mevcut. Basıyorsun, dünya duruyor. Aklıma Beşiktaş-Sarıyer arası bisiklet sürerken yol vermesi için arabanın kaputuna vurduğum, sonra da "Ne vuruyorsun lan?" cevabını aldığım anlar geliyor. İş stresi sizi tatmin etmiyor mu? Daha stresli bir olaya müdahil olmak mı istiyorsanız? İşte aradığınız cevap: Mesainizi bitirip İstinye-Beşiktaş arası bisiklet sürün. İnanın iş stresini hatırlamayacaksınız. Özellikle Ortaköy civarı en can alıcı yer. Zevkten kuduracaksınız.
Tren istasyonuna ulaşıyoruz. Rehberim İlker (hehe) demir ağlarla örülmüş haritada "Bak biz buradayız" işareti yapıyor. Älvsjö'den trene bindikten sanırım bir yarım saat sonra Stockholm Merkez İstasyon'da iniyoruz. Geçenlerde İlker mesaj attı. 13 dakika diyor. Yok abi yarım saat o. Hissedilen sıcaklık önemli benim için. Modern zamanların rönesans tablosunu anımsatan istasyondan çıkar çıkmaz dört bir yandan göğe yükselen katedraller dikkatimi çekiyor.
Ve günün en çok merak ettiğim yerine yani Systembolaget'e geliyoruz. O gün itibariyle saat 15:00'e kadar açık olduğu için biralarımızı almak durumundayız. Şaraptır, viskidir hiç anladığım konular olmamakla birlikte fauna içerisindeki endemik çeşitlilik gözümden kaçmıyor. Biraları incelerken oyuncak dükkanına girmiş çocuk gibi kendimi kaybediyorum. Çantaya sığmayanları İlker'in çantaya atıp toplamda 6 birayla çıkıyorum ve toplam ödediğim tutar 12 Euro (O zamanlarda 42 Lira). "Abi beni bırak sen git, kapanmadan 5 dakika önce gelip alırsın" diyesim geldi bir an. İstanbul'da bir mekanda -bir mekanda dediğime bakmayın bir elin parmaklarını geçmez o mekan sayısı- Brewdog Zeitgeist içmeye çalışsan vereceğin ücret ortalama 30 Lira. Neyse fazla uzatmadan bu konuya ara veriyorum. İlerki yazılarda Systembolaget'e yeniden değineceğim. Bu yazı dizisi her ne kadar bisiklet turu konulu olsa da biraya gözlerinizi doyurmaktan vazgeçecek değilim. Blog çok şeylere gebe.
Merkezde bulunan XXL Sport çok büyük bir spor mağazası. İçeride bütün sporlara ait giysi, malzeme, araç-gereç bulmak mümkün. Bisiklet reyonları da oldukça güzel. Ben de tura başlamadan önce ihtiyacım olan matara kafesi, su ısıtmak için hafif çaydanlık ve ocak kartuşunu buradan temin ettim. Eğer hava yolu ile yolculuk yapılacaksa gaz içerdiği için yanıcı/patlayıcı madde sınıfına giren ocak kartuşunu gidilen ülkeden temin etmek lazım. Bagaj kontrolünden geçirmeniz pek olasılık dahilinde değil.
Kuzey ülkelerinde doğada yemek konusunda alternatifler bulmak mümkün. Türkiye'de pek karşılaşmadığım ürünler var. Bu tarz besinler sadece spor mağazalarında değil süpermarketlerde de satılabiliyor.
Yukardaki fotoğrafta olay şu şekilde cereyan ediyor. Kahveyi suya değil, suyu kahve poşedine boşaltıyorsunuz. Böylece bardak derdi ortadan kalkıyor.
Dana etinden balığa, tas kebabından pastırmaya kadar çeşitli ürünler mevcut. Besinler pişirilip vakumlanmış olduğu için sadece ısıtmak yeterli. İhtiyaç olursa yol üzerinde alırım diye düşündüğüm için tercih etmedim. İyi ki de tercih etmemişim çünkü çaydanlık ve kartuşu kullanma fırsatım olmadı. Sonraki yazılarda üzülerek nedenini anlatacağım.
Mağazadan çıktıktan sonra sanat sepet aktivitelerinin kalbi Kulturhuset'in bulunduğu meydana geliyoruz. İlker girmeyi teklif etti ama Stockholm'de sadece 1 günüm var. Dolayısıyla kapalı bir mekana girip uzun vakit geçirmektense açık havayı tercih ederim.
Stockholm'ün ilk yerleşim birimi olan Gamla Stan'a yani sözlük anlamıyla eski şehire doğru adımlamaya başlıyoruz.
Şehirdeki hareketlilik göze çarpıyor. Havanın da güzel olmasıyla insanlar kendilerini dışarıya atmış olacaklar diye düşünürken Stockholm'de yarı maraton olduğunu öğrenmemiz çok sürmedi. "Abi oralarda hava sürekli kapalı, güneşi görünce hemen evden çıkıyorlar" klişesi işte. Kungsträdgården (King's Garden-Kralın Bahçesi) civarından Gamla Stan'a geçerken havuzun etrafında çocukların koşturarak döndüğü muz ödüllü yarışı da izledik. İskandinavların çocuğa verdiği önem diğer milletlere göre farklı. Zaten arada sırada bu konu ile ilgili internette makaleler okuyup "vay be!" diye iç geçirmeyenimiz kalmamıştır. Tahmin edeceğiniz gibi eğitimden bahsediyorum.
İnsan yoğunluğuna doğru uygun adım akarken ülkenin yarısı çocuk herhalde diye düşündüm. Bir yandan İsveç hakkında bilgi almak için İlker'i konuşturuyorum, bir yandan da kafamda deli sorular artarak devam ediyor. O da bana ülkenin özetini söyledi (Şu sıralamayı ülkede 1 saat geçirdikten sonra anlarsınız zaten)
1. Çocuklar
2. Kadınlar
3. Hayvanlar
4. Erkekler (Bize de yer verdiğiniz için teşekkür ederim)
Stockholm Yarı Maratonu'nun geçeceği yerlere yaklaşıyoruz.
Maraton etkinlikleri kapsamında konser, yarışma vb. aktiviteler ile zaman geçiren insanların yüzündeki huzur ifadesi çok belli oluyor. Gerçi bu aktiviteler olmasa da belli oluyor. Bu tabii ki İsveç'e ait bir durum değil. Dünyanın her yerinde güzellik gülümsetir.
Çevreyi gözlemlemeye devam ederken İlker de nehrin üzerindeki demir parmaklıkların arasından makro objektifiyle örümcek avlamaya çalışıyor.
Gamla Stan'a ulaşmak için içinden geçtiğimiz Riksdagshuset, Helgeandsholmen Adası'nda bulunuyor. İlk seferde okuyanlara 25 derecelik İsveç havası müessesemizden hediyedir. Ben de internet üzerinden kurcalarken "Risk ney?" şeklinde bakakalmıştım. İsveççe çok zor. "İsveççe" demesi bile zor.
Coğrafi açıdan çok zengin bir ülke burası. Ada, kanal, göl, nehir, su birikintisi ne ararsan var. Bir tek dağ yok :) Gamla Stan da bir ada. Tarif etmek gerekirse Antalya Kaleiçi'nin yarısı kadar bir alana sahip. Adaya kuzeyden geçmek için de başka bir adayı kullanmak gerekiyor.
Riksdagshuset Parlamento Binası'nın avluya bakan duvarlarını izlerken detaylarda kayboluyorsunuz. Mesela ben en sağdaki rölyef teyzede kayboldum. "Körolasıca" bakışı ile beni etkilemeyi başardı. Emoji gibiler. Burada fotoğraf çekip fazlaca oyalandık.
Kentte ada bol olunca haliyle kanal da bol oluyor. Bu yüzden İskandinavya'nın Venedik'i de diyorlarmış. Bana çok mantıklı gelmedi. Birisi samimi ve sıcak, diğeri büyük ve kopuk. Venedik'e "Yavru Stockholm" diyeceklerse kabul ederim.
Aşağıdaki uyarı plakası şehri Helgeandsholmen Adası'na bağlayan köprüye asılmış. Bu plakadan her köprü ya da balık avlamaya uygun yerde var. Gamla Stan dönüşünde balık avlayan 60'lı yaşlarda bir abimizin ailesini doyuracak kadar büyük bir balık çektiğini görünce İlker'i bırakıp adamın yanına gittim. Balığı poşete koyunca rahatsız olur diye incelemek için fazla çaba harcamadım ama yani o balık nedir ya. Uzaktan görebildiğim kadarı ile sudaktı. Antalya'da balığa çıktığımda barbunla, mercanla uğraşan adamım. 1.5 kilo falan tutunca günü kurtardık diyorum. Yapmayın böyle şeyler...
Limitler: Turna, sudak: 40 cm, Kahverengi benekli alabalık: 50 cm, Somon: 60 cm.
Tekrardan mikrofonlarımız İstanbul'da. Lüferin av limitini Ağustos 2016'da 20 cm'den 18 cm'e düşürdük. Ulan zaten balığın üreme limiti 27 cm. Hobi niyetine balık avlayan ve limit altındaki balıkları geri salan vicdanlı insanların sayısı son zamanlarda oldukça arttı ama trolcüsü, gırgırcısı İstanbul Boğazı'nın kıyılarında. Hem de kolluk kuvvetleri tarafından kontrollü olarak. Sirküler falan hikaye anlayacağınız. Yani Pazar günü oğluyla balığa çıkmış bir baba kıyıdan oltasını sallasa ticari balıkçı teknesine kadar ulaştırabilir. Bu gözler bunu da gördü.
Oyalanmayı bırakıp Gamla Stan'a giriyoruz yavaştan...