Dersimiz Danimarka arkadaşlar. Bisiklet turunda olduğumuz için bu küçük ülkenin parklarından, bahçelerinden konuşmaya gayret edeceğiz. Danimarka ile ilgili en eski bilgim 90'lı yıllara dayanıyor. Çocukluk yıllarımda sokağa çıkıp tozun toprağın içinde vakit geçirmek, kütüphaneye gitmekten daha zevkliydi. Dolayısıyla zamanın ruhunu yakalayabilmiş bir insan olarak bilgiye ulaşmanın yolu o zamanlar tüplü televizyon ile sınırlıydı. Ülkemize kablolu tv yayınları gelince dünyada neler olduğunu öğrenmek için RTL, SAT1 gibi kanalları izlerdik ve gördüğümüz herkesi Alman sanardık. Fakat sonradan öğrendik ki sektör Danimarkalıların elinde imiş. 😂 Geçmişte bizde büyük emeği olan hiç tanımadığımız ama kalbimizde taht kuran çocukluk kahramanlarımızı bir kez daha saygı ve özlemle anıyorum. Daha eski bilgim var mı diye düşünsem belki cikletten çıkan Laudrup ile Schmeichel aklıma gelebilir ama önce miydi sonra mıydı o tartışılır.
"Sen hasta değil miydin? Salya sümük burnun akıyordu hani?" diyebilirsiniz. O günler geride kaldı. Lanet burnum eskisi gibi akmıyor artık. Fakat parmaklarımdaki uyuşukluklar zirveye ulaştı. Her iki elimin serçe ve yüzük parmaklarını artık kesinlikle hissetmiyorum. Hissiyat olmayınca parmaklarından güç alamıyor insan. Frenleri sıkarken çoğu zaman orta parmağımı kullandım desem yalan olmaz. Orta parmaklara da ufak bir uyuşukluk hissi sirayet etti. Bahsettiğim üzere Cannondale Touring 1 kullanıyorum. Gidon eşşek kadar olduğu için bisiklete uzandığımda her iki elimin son 2 parmağı gidon açısından dolayı bir yere temas etmeyip boşlukta kalıyor. Boyuna göre omuzları geniş bir insan olsam da ellerimin tamamen temas sağlaması için parmaklarımı içeri kıvırmam gerekiyor ki bu da fiziken çok zor. 1.86'lık Cancellara değiliz nihayetinde. 54 kadro bir bisikletin standart donanımında neden 46 cm'lik gidon koymuş Cannondale gibi bir firma, hakikaten anlam veremedim. Normalde baskı olunca uyuşukluk olur diye tahmin ederken yanlış gidon ve gidon açısı kullanmanın cezasını tur sonrasında 15-20 gün boyunca bu bahsettiğim parmakları kullanamayarak ödedim. Yani iş yaşantımı da etkiledi. 10 parmak klavye yazan bir insanın 6 parmağını kullanması kadar lanet bir şey olamaz.
Feribottan indiğim gibi EuroVelo 7 (Sun Route) ve EuroVelo 10'un (Baltic Sea Cycle Route) rotası üzerinde bulunan bisiklet yoluna giriş yaptım. 2016 yılında Balkanlarda EuroVelo 8'in (Mediterranean Route) bir kısmını sürmüştüm fakat bisiklet rotasına benzer bir ize rastlamamıştım, 2023 yazında tekrar döndüğümde tabelalar asılmış, yolların biraz daha belirgin hale gelmiş olduğunu gördüm. Bir gün olur da Baltık turu yaparsam EuroVelo 10'u baz alırım. Strava'da bir zamanlar çizdiğim rotaya çok benziyor. EuroVelo ile ilgili rotalara basit bir aramayla erişebilirsiniz.
Turlarda yaptığım ya da yapacağım rotanın çok fazla Eurovelo'ya dahil olup olmadığına açıkçası bakmıyorum. Benim tura çıkma denklemim biraz daha basit kriterler içeriyor. Standart bir Türk insanında genellikle zaman varken para olmuyor. Para varken de zaman olmuyor. Tur=Zaman+Para. Bu denklemin bende yarattığı sonuçların kısa bir özetini geçeyim. "Tur" sonuç olduğu için zamanı (bildiğimiz için) sabit tutabiliriz. Paraya ise değişken diyebiliriz. Önümde örneğin 2 haftalık bir zaman belirdiğinde cebimdeki paraya göre rotamı ayarlayıp çoğunlukla kendimi başka bir ülkeye atıyorum. Zaman olmadığı durumlarda cebimdeki parayı etrafa savurarak, para olmadığı zamanlarda ise camekana ekmek banarak harcayabiliyorum. Yani mevcut durumdan maksimum verimi almak konusunda fena değilim.
TURDA 440. KM 🏴
Feribota el salladıktan sonra Helsingør çıkışına yöneldim. Telefondaki Navigator'ın bana tarif ettiği şekilde Amerikan emperyalizminin en güzel eserlerinden bisiketçi dostu bir işletme olan McDonald'sı işaretledim ve ulaştım. Çünkü McDonals's demek ücretsiz wireless internet demek. Bisikleti park edip içeri girdim. Yine ışıklı panoda gördüğüm etli metli, içinde ne olduğunu bilmediğim ama büyük görünen şeylerden söyleyip siparişimi beklemeye koyuldum. Mideyi toparladığım için artık sorun yok. Tepsiyi alıp cam kenarına oturdum ve ilk ısırığımı almamla beraber yan masadan "Allah belanı versin" ile başlayıp detaylarını buraya yazamayacağım kadar küfrü işittim. Evet, yer Danimarka'nın alelade bir şehri, Kongevejen üzerinde (cadde İsveççede vägen, Dancada vejen oldu artık) sıradan bir fast food restoranı. Bozuntuya vermeden 2-3 masa yan tarafa gidip yerimi değiştirdim. İnsan görünümündeki bu canlı, bu lafları masada yemeğini döken çocuğuna söylüyor. Yemeği dökmek çocuğun en doğal haklarından birisi, özellikle bu coğrafyada yaşıyorsanız. Çocuğum yok ama yıllarca muhabet kuşu beslediğim için nasıl yediklerini bilirim 😅 Başkasının yerine utanma duygusunu yaşamamak için dönüp bakmadım bile. Biraz keyfim kaçtı o kadar. Ama şu an aklıma geldikçe yeniden ayar oluyorum. Bu oksijen israfı yaratık ilerde muhtemelen kendisi gibi sığıra dönüşecek çocuğuna bağırmaya devam ederken ben de hamburgerin yanından fırtlayan ketçabı yalamaya devam ederek karnımı doyurdum.
Kopenhag yoluna şöyle bir göz gezdirdim Polar'dan. Otobandan kaçarak rotamı hazırladım. Eğim falan yok. Dümdüz kemiksiz 50 km yolum var. Molaları da sayarsak geze geze 3 saatte gitmelik yolum olduğunu tahmin ediyorum. Kasaba, ilçe gibi nüfus ve yüz ölçümü bakımından düşük yerlere akşam saatlerinde gidilebilir. Fakat büyük ve bilmediğiniz bir şehir ise erken gitmekte her zaman fayda var. Çünkü kamp kurmak için çok fazla alternatif olmayabiliyor.
Sulukları doldurup tekrar bisiklete atladım. Snekkersten mahalinden geçerek tekrar denizi gördüm ve sahil yolunu kullanarak yola devam ettim. Deniz varsa kokusundan bulurum. Sahil yolunda yol bisikleti antremanı yapan ve ulaşım amaçlı kullanan çok sayıda bisikletli var. Kopenhag'a doğru sürdükçe bisikletli sayısının arttığını, yol bisikleti kullanan kişilerin sayısının azaldığını söylemem gerek. Fazla oyalanmadan geçtiğim yerleşim birimleri sırasıyla Espergærde, Humlebæk ve Rungsted.
Bu kapsamda yine zaman makinesine bağlanıp bir şeyler anlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi İstanbul'da keyifli bir şekilde bisiklet sürebilmek için İstanbul'un biraz dışına çıkmanız gerekiyor. Ama bunu yaparken de zaten bisiklet sürmüş oluyorsunuz. Bu turu yaptığım zamanlar Mynet'te çalışmaktaydım. Hafta içi sabah Beşiktaş'taki evimden çıkıp erken saatte işe bisikletle gidiyordum ve Balta Limanı'ndan sonra 150 metrelik bir tırmanışla İTÜ Ayazağa Kampüsü'ndeki teknokente ulaşıyordum. O saatlerde yol biraz daha sakin olduğu için fazla sıkıntı çekmiyordum ama dönüş tam bir çileydi. Akşam 6 gibi mesaiden çıkan bir insanın trafikte tartışmadan Beşiktaş'a dönmesi için çelik gibi sinirlere sahip olması gerekiyordu. Aslında dönüp baktığımda hayatımın güzel zamanları arasına yazarım bu dönemi. Fakat İstanbul'a yaşamak için tekrar döner miyim? Net olarak hayır. İşimden istifa edip Antalya'ya dönme sebeplerimden birisi de bu yorucu bisiklet sürme aktivitesidir. İstanbul'u fiziksel ve zihinsel kafamda bitirdikten sonra iş teklifleri de almama rağmen redderek para yerine huzuru seçtim. İyi de yaptığımı düşünüyorum. İş-yaşam dengesinin yaşam tarafı benim için her zaman ağır basmıştır ve öyle de olacaktır.
TURDA 459. KM 🏴
Rungsted'e geldiğimde benzinlikte mola verdim. Redbull ve dondurmalı mola. Yolculukta midemden sesler geliyorsa aniden açlık patlamaları yaşayabiliyorum. Yani dondurma niyetiyle girip "Şunu komple sar bro, aldım" diyerek mekandan ayrılabilirim. Aldım mı? Almadım. Ama alabilirdim. :) Piknik masasına oturup dondurmamı yalarken ikinci bir olay ile karşılaştım. Bugünkü saçmalıklar benim karnımı doyurma zamanıma göre ayarlanmış olabilir. Ölümle yaşam araındaki ince çizgide olduğunu düşündüğüm oldukça yaşlı bir teyzemiz aniden benzinlik girişine direksiyonu kırınca (araç ve teyzemiz aynı yaşta olabilir) bisiklet yolundan devam eden bisikletliye çarpıyordu. İşte o an Danca bilmediğim için sevindim. Adeta inşaat alanındaki kepçeyi izleyip "Kaç ton çimento harcanmıştır la buraya?" gibi keyifle olan biteni izlemeyi planlıyordum oysa ki. Teyzemiz ne yaptığının farkında bile değildi. Bisikletli genç arkadaşımız da giriş, gelişme, sonuç karışık olmak üzere iki üç paragraflık bağırdı. Akabinde kaputa vurup devam etti. Kaput her yerde kaput demek ki. İstanbul'da bir yıl boyunca taksici kaputuna yol versin diye vurup kavga anını bekledim. Bir keresinde gardımı alıp kafa göz dalmaya ramak kalmıştı ama kısmet değilmiş. Yine de sizlere tavsiyem taksici yerine normal araç seçerek combat yapmanız olacak. Zira taksilerde "zopa" adını verdiğimiz sevimli eşyalar olabiliyor. Kaskınızı asla çıkarmayın. Gardınızı almayı ihmal etmeyin. Yaşandı bunlar :)
Yol boyunca sol tarafımda gördüğüm deniz, ara ara park ya da evlerle kesintiye uğrasa da kasabaları bir bir geçmeye devam ettim. Vedbæk geçildi, Skodsborg geçildi. Şehri gündüz vakti görebilmek için pek durmaya niyetim yoktu. Evet uyuşuk bir gün olacak demiştim ama bazen imkanlar dahilinde seçmek durumunda kalabiliyorsunuz. Ayrıca kilometreleri kat etmekle beraber hem kapasitemi hem gücümü arttırmış oldum. Bu da yorulmadan daha fazla, daha hızlı sürmek anlamına geliyor.
TURDA 470. KM 🏴
Spring-Forbi adında güzel ve yaşlı ağaçların olduğu bir parkın cazibesine kapılınca birkaç fotoğraf çekmek için yoldan çıkıp sahil kenarındaki parka sürdüm.
Artık sonbaharın gelmeye yüz tuttuğu zamanlardayız. Sanırım şu atmosferi başka bir mevsimde bulmak imkansız.
Bir süre parkın içinden ilerleyip tekrar Stranvejen'e çıktım (Sahil Yolu). Taarbæk ve Skovshoved'i bitirip artık yavaştan Kopenhag'a girdiğimi hissettim. Çünkü ortalık bisiklet cennetine dönüşmeye başladı.
Ortam nays ama herkes bisiklet kullandığı için tura çıkmış bir insanın kendini özel hissetmesi pek mümkün değil buralarda. Özel hissedilen yerler Avrupa'nın güneydoğusu itibariyle başlıyor. Yabancı turcuları bizim Anadolu insanı ağırlarken geleneğini tanıtıp, karnını doyurup ve hatta düğüne dahi sokup kültür şokuna uğratarak uğurluyor. Hep söylediğim bir şey var "Türkiye'ye yabancı olarak gelip tura çıkacaksın". Kulağa hoş gelse de benim tabirimle "arsız" turcu sayısının hiç de az olmadığını belirtmek isterim. Warmshowers üzerinden zaman zaman evime konuk aldığım için çeşitli tecrübelerim haliyle oluyor. Evi rahat bulunca gitmek bilmeyen, kaynakları sonuna kadar sömüren, beraber markete girip akşam yemeği için alışveriş yaptıktan sonra sadece kendi aldığı içeceğin parasını ödemeye çalışan kişiler ile karşılaştım. Aralarında iyiler muhakkak çıkıyor ama üzülerek söylüyorum ki çoğu paylaşmak nedir bilmiyor.
TURDA 478. KM 🏴
Parktan ayrıldıktan bir süre sonra Hellerup'a doğru sürdüm. Burası Kopenhag'ın birazcık kuzeyi oluyor. Yolun çaprazında Tuborg Fabrikası var. Zamanım olsaydı "Uzak diyarlardan gelmişem, selamlar getirmişem" diyerek viking gardaşlarımı ziyarete gider, boynuzlardan taze pilsner içerdim ama o gün bugün değil.
Bisiklet trafiği artınca bisiklet ışığı da bir hayli fazlalaşmaya başladı. "Hangisinde duruyorduk? Duruyor muyduk?" gibi sorular bir yana gerçek bir bisiklet yolunda zaten sürmeye alışkın olmadığımı orada anladım. Türkiye'deki malum nedenlerden dolayı sevmiyorum ve sürmüyorum. Yaya gördüm mü birkaç kez "ya boşver" diyerek üçüncü şanslı kişide üstüne süresim geliyor çünkü. Neyse dönelim yolu gerçek amacıyla kullanan Danimarka insanına. Etrafı izlerken aniden zil ötmeye başladı. Bizdeki sarıyı görünce "Daaaattt!!!" diye kornaya asılma durumu burada bisiklette var. Tarlada traktör kullanan dayı gibi gitmemem gerektiğini biliyorum ama alışkın değilim. Gözler yerinden çıkmışçasına yapılara, şehrin mimarisine kendimi kaptırmışım. Kendi şeridime geçtim. Bazen kültürünü bilmediğiniz ülkede mala bağlayabiliyorsunuz. Hemen ayak uydurdum. Danimarkalı arkadaşlar da gelsin Türkiye'ye, girsin bisiklet yoluna. O zaman hesabı kapatırız.
Artık Kopenhag'a resmi olarak geldik efenim. Belirttiğim gibi hızlı sürdüm ve zamanım var. Kamp yeri aramadan önce biraz gezeceğiz.
Fotoğrafta da görüldüğü üzere bisiklet cenneti, bir süre sonra mezarlık haline gelmeye başlayabiliyor. Burası tren istasyonunun önündeki park alanı. Østerbrogade (cadde) şehrin ana arterlerinden birisi. Köpenaaa girince buradan geçiyorsunuz yani. Ben de birkaç kez caddeyi gidip geldim.
TURDA 484. KM 🏴
Marinaya çıkan caddeye yani Norde Frihavnsgade'ye geçip sürmeye başladım. Sakin bir şekilde kitabını okuyup kahveni yudumlarken oturup dinlenebileceğin mekanlar var. Bunlardan birisi de Jean Claude adlı bir cafe. Ağaç altı gölgeliğine bisikletimi park edip sandalyeye oturdum. Açık havada, wireless bulunan bir kafe burası. Masadaki tek eksik ise zafer birası. 🍺 Güzel bir lager -Royal Beer- söyledim. Wireless çalışmıyormuş. Tecrübeli olduğum için komşunun wireless'ını sordum :) Yok dedi. İyi dedim. Biranın yarısı mideye inince mekandan da kalkamıyorsun. Aldım Poları, açtım Navigator'ı, yeşil alan aradım. Tecrübeden dolayı haritayı açınca direk yeşile odaklanıyorum artık. Baktım yakınlarda yeşillerle bezenmiş devasa bir alan var, cihazları koydum kenara. Yeşil demek kamp demek, çadır demek Mustafa Pektemek (uğursuz herif). Şişenin dibini görüp mekandan ayrıldım. Gideceğim çayır çimenin bulunduğu yer şehir merkezindeki en büyük park olan Fælledparken. Şu karakter tasarrufu sağlayan "æ" harfine de ayrıca hastayım. Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı kazandığı Parken Stadı'nın tam arkası. Parkın diğer tarafında da Kopenhag Üniversitesi var.
Parka doğru sürerken marketten ufak tefek atıştırmalar aldım. Çünkü çadırda zıkkımlanmak turun en sevdiğim aktivitelerinden birisi.
Fælledparken'in bir sürü girişi var aslında. Ben güneydoğu yönünden girdim. Açıkçası bu kadar büyük bir parkla karşılaşacağımı sanmıyordum. Tamam biraz dolaştım ama park içerisinde yaklaşık 7-8 km yol yapmışım. Yüzölçümü olarak karşılaştırmak gerekirse Antalya'daki Kültür Parkı (Cam Piramit) ile hemen hemen aynı. İstanbul'da bu konseptte bir park olmadığı için çok üzgünüm örnek veremiyorum. Bizim park da güzel şimdi hakkını yemeyelim. Hem parkı geziyorum hem de çadırı kurabileceğim uygun alan arıyorum. Bu arada tuvalet ihtiyacını da gidereyim derken karşıma 30 tane wc kabini çıkınca yine bir gariplik olduğunu anladım. Yarın Kopenhag Yarı Maratonu varmış. Bu kabinler de o yüzden. Geçen hafta Stockholm Yarı Maratonu'nu yerinde izlemiştim. Maraton peşinde koştuğum yok ama iki metropol arasında bisiklet sürüp maratona denk gelmek çok ilginç. Bu arada parkın ve bilhassa şehrin düzeni beni etkilemeyi başardı. Kopenhag gidip görülesi bir yer.
Oluşacak kalabalığı tahmin edince çadır kuracak alan konusunda daha da seçici olmam gerekiyor. Sabah gürültüden ya da herhangi bir görevliden taciz yemek istemiyorum. Ama en azından şehirde maraton olduğu için yasak bile olsa görmezden gelebilirler.
TURDA 495. KM 🏴
Dolaşa dolaşa oldukça sote diye tabir edebileceğim izole bir alan bulup önce zemini stabilize ettim, sonra çadırı kurdum. Keyfim yerinde. Önümde de ufak bir bank var. Çantanın göremediğim kısmında Helsingborg'dan kalan bir adet Mariestads varmış. Farkında değildim açıkçası. Biraz ılık olsa da acayip sevindim. Yerimi hazırladım. Tur bitti bitecek, ben size bir çadır tanıtımı yapayım isterseniz :)
Bisiklet turlarımda kullandığım Eureka Midori Solo; katlanır boyutu, hafifliği, kurulum kolaylığı ile öne çıkıyor (Sanki bana prototip araç tanıtıyor). Yaklaşık 11 senedir kullanıyorum ve sağlamlığını da net bir şekilde ispat ettiğini söyleyebilirim. Toplam ağırlık 1.7 kg. Katlayınca Ortlieb'a yatay bir şekilde yerleştirebiliyorum. Polleri de dikey olarak koyduğum zaman yerden maksimum tasarruf sağlıyor. Eğer bikepacking turu yapıyorsam genelde polleri ve çadır gidon çantasında oluyor. Çok geniş bir bagaj alanına sahip. Böyle olunca ne varsa çadırın içerisine sokmadan bagaj alanında muhafaza edebiliyorum. Bu alanı rüzgarlı havalarda yemek ısıtmak için de kullananlar var ama ben o alanda tüp yakacak kadar fantastik işlere girişmem. Çadırı sadece yatmak için kullandığımdan macera aramanın lüzumu yok. Oturma pozisyonunda kafam çadırın tavanına değmiyor, ki bu benim için müthiş önemli bir şey. Geniş bir sineklik alanına sahip. Havalandırma konusunda yaz ve bahar ayları için oldukça ideal. İçerisinde telefon, çakı, ışık gibi ufak tefek aletleri koymak için birçok göz var. Ayı gelirse çakıyla girişeceğim için çakı önemli :) Fermuarları çok kaliteli. Çadırı gerdirerek kuran bir insanım. Ve tek elimle zorlanmadan kapıyı, pencereyi açabiliyorum. Dış tente ve taban 1800 mm su geçirmez özelliğe sahip ama fotoğrafta da görüldüğü gibi uzun kullanım açısından altına çadır zemini seriyorum. Aynı zamanda zemin örtüsü yerin soğuğunu da biraz olsun kesiyor. 2023 gibi Aliexpress üzerinden aldığım şeffaf yapışkan band ile çadırın artık eskimiş sızdırmaz bantlarını söküp tamamını yeniledim. Bunu yapmamın nedeni Kırgızistan turunda, Son-Kul (göl) kıyısında gece yakalandığım yağmur. Artık ona yağmur mu denir ne denir bilemedim. Kırgızistan turumu yazınca anlatayım artık.
Çadırı kışın kullanmadım ama tur bisikletçileri arasında en tepeye koyacağım Iohan Gueorguiev'in bu çadırın aynısını kar üstüne kurduğunu biliyorum. Kendisi maalesef 19 Ağustos 2021 yılında intihar sebebiyle hayata veda etti. Bildiğim kadarı ile uyku apnesi problemi de vardı. "I want to see the world: The North" başlıklı iki adet videosunu izlemenizi tavsiye ediyorum.
Yarın turun biteceğini ve havaalanına gideceğimi biliyorum. Hallederiz.
Şimdilik Iohan Gueorguiev anısına sessizlik, huzur, uyku...
Son Bir Gün
Herkese Parken Yaylası'ndan hayırlı işler, bol güneşler. Sal keçiyi süt versin diyerek uçsuz bucaksız Fælledparken'den günün ilk fotoğrafını paylaşıyorum. Fotoğraf çadırdan birkaç adım uzaklaşarak çekilmiştir.
Bugün kısa ama karmaşık bir gün olacak. Çünkü turu bitirmenin verdiği boşvermişlik üzerime iyice çökmüş durumda. Hava gayet güzel. Günün ilk ışıklarıyla beraber tuvaletin yerini bilmeyen koşucu dostlarımız altında uyuduğum ağaçlık alanın arkasına işaretlerini bıraktılar sağolsunlar ama ziyanı yok. Sonuç olarak işlem benden biraz uzakta gerçekleşti. Sabah bu nedenle ara ara uyandım. Tam olarak kendimi toparlayıp hareket etmem 11'i buldu. Önümdeki bankta ufak bir şeyler atıştırıp toparlandım ve içerisinde nizami ölçülerde 5 büyük, 4 küçük olmak üzere 9 futbol sahası olan bu devasa parkta sürmeye başladım. Futbol oynayan çocuklara gözüm kaydı ve ben de aileleri gibi bir süre bisikletin üzerinde izledim. Takımlardan birisi Feyenoord'un altyapısı ama diğerini bilmiyorum. Coğrafyanın kader olduğu yerlerden birisi de burası işte.
Maratonun finish noktası parkın içerisinde. Bu nedenle güzel bir hafta sonu geçirmek isteyen herkes parkın muhtelif yerlerinde güzel havanın keyfini çıkarıyor. Şu piknik örtüsü + çay+ sandviç kombosuna da hastayım cidden. Bizim piknikler herkesin malumu olduğu için o topa hiç girmeyeceğim.
Koşuyu bitirenlerin görüntüsü ekranda dönerken ben de yavaştan parkı terk etmeye hazırlandım. Daha önce yarı maraton koştuğum için bu etkinliğin ne kadar uzun sürebileceğini biliyorum. Park içindeki bazı yollar koşu nedeniyle kapalı. Şehrin bir yerlerinde denk gelirim nasıl olsa.
Güney çıkışında parkın enerji ihtiyacını karşılayan trafoda Star Wars konseptli bir duvar görseli var ve gerçekten harika. Küçükken nedense Star Wars hiç ilgimi çekmedi. Fakat en yakın dostlarımdan ikisi bu işin delisi. Hatta bir tanesi de ciddi manada koleksiyoner diyebilirim. Ben daha çok LOTR tarafındayım. Tolkien'in yarattığı fantastik dünya gençlik yıllarımdan beri ilgi alanlarımdan birisi oldu. Daha tüketemediğim bir çok şey olsa da zaman diye bir kavram var. Bir de son zamanlarda hobilerimin sayısını kontrol etmem gerekiyor. Bisiklet, balık, bira başlı başına zaman alan şeyler. Bunlar haricinde yazıp çizmek, tasarlamak, teknoloji tarafı, arada gitar vs. derken liste uzayıp gidiyor. Aslında sınırsız bir maddi kaynağım olsa hiç birini göz ardı etmeden yapabilirim ama öyle bir dünya yok. Bu ilgi alanlarını bazen tur esnasında birleştiriyorum ve af buyurun tam bir keyif pezevengine dönüşüyorum. Mesela bu turda bisiklet ve bira kombinasyonu gayet güzel işledi. Kırgızistan'a ise olta götürüp her ne kadar tutamasam da 3000 metrelerde balık avı denemelerim oldu. Bisiklet sürmediğim zamanlarda ise özellikle bahar-yaz döneminde balığa çıkıyorum. Akdeniz açıklarında balığımı tutarken bir yandan bira içmek acayip haz veriyor.
Şehrin ana caddelerinden Osterbrogade tarafında yoğunluk olduğunu görünce o yöne doğru sürmeye başladım. Tahmin ettiğim gibi maratonun geçtiği yol. Katılımcılar birkaç kilometre sonra yarışı bitireceği için yüzler gülüyor :) Uygun yerlerden sürmeye devam edip bir süre maratonun geldiği yönün tersine devam ettim.
Şimdi diyeceksiniz ki "Ya senin akşam uçağın yok mu?" Var canım benlerim. Kutu ve bant bulup bisikleti sökeceğim ve işimiz ilk etapta bitecek. Uçak zaten gece 2'de. Yani zaman var. Fakaaaattt en büyük problem, benim o günün Pazar olduğunu idrak edememem. Tam bir Leyla'yım anlayacağınız. Bisiklet cennetinde kutu bulmak sorun değil ama Pazar günü açık dükkan bulmak normal şartlarda büyük mesele. Bu durum aklıma gelince anlık bir telaş başladı. Avel avel maraton izlemeyi bırakıp Strandboulevarden üzerinden dün gittiğim tren istasyonuna kadar sürdüm. O tarafta dükkanların neredeyse tamamının kapalı olduğunu görünce U yapıp ilk noktama döndüm. Hemen açık bir restoranın önüne gittim. Burası tesadüf eseri Türk restoranı çıktı. Konya'nın Ula ilçesi, İsveç ve Danimarka'yı parsellemiş durumda zaten. Zamanında Avrupa'ya göçle beraber Türkler gelmeye başlayınca expatların ardı arkası kesilmemiş. Dükkandaki çalışan bir personel ile ayaküstü biraz lafladık, akabinde bisiklet kutusunu (eğer bulursam) içerde depo gibi bir alana koyabilir miyiz diye sormuş bulundum. Sorun olmadığını söyledi. Restoranın wi-fi ağına bağlanıp bisiklet mağazası var mı diye etrafa bakındım. Neredeyse 50 metre yakınımda birkaç tane görünce ilk mağazaya doğru sürdüm. Hatta iki dükkanın da önünden geçmişim ama maraton kalabalığında gözüme ilişmemiş. Mağazalardan ilki kutu için yüksek fiyat verdi. Ekstra kutulama için de ekstra fark istedi. Alternatif dükkan ise ufak ve daha çok bakım/onarım gibi işler yapan bir yer. O da açık. Pakistanlı birisi işletiyor. Tam hatırlamıyorum ama sanırım 6 Euro'ya kutuyu aldım. Bu arada Pazar günü dükkanların açık olmasının tek nedeni maraton kaynaklı canlılık. Yoksa net olarak söylüyorum büyük s*çtım. Bant işini de halledip refüjdeki ağacın dibine yanaştım ve bisikleti söküp güzelce kutunun içine yerleştirdim. Kutu çok büyük olmadığı için çantanın birisini sığdıramadım ama çok şükür ki bu dert artık bitti. Sanki her şey ayarlanmış gibi büyük bir kaosun kıyısından dönüp düşündüğümden kolay ve hızlı bir şekilde işlerimi tamamladım. Bu mutluluğu taçlandırmak için yemek faslına geçmenin doğru olacağına inanarak restorana geri döndüm. Çünkü bu işleri yaparken insan ne yemek ne de su düşünüyor.
FİNAL 495. KM 🏴🏴🏴
Gelelim restoran mevzusuna. Kutuyu dükkanın içerisindeki depoya benzeyen açık alana koydum. Restoran çalışanı arkadaşın ilk konuştuğumuz andaki sıcak tavrından biraz uzaklaştığını gördüm. Uzatmıyorum. Yemeği yedim. Kutuyu bulunduğu yerde bırakıp biraz şehri gezebilir miyim diye sordum. Çünkü saat henüz 4 ve benim uçağım gece 2'de. Kutuyu koyacağım yer ayaktüstü değil, yan çevirince kapı arkasına saklanıp göze de batmıyor. Tahmin edeceğiniz gibi "Abi patron gelecek kızar şimdi" şeklinde cevabımı aldım. Yani sevgili arkadaşlar her şey köprüyü geçene kadar. Yanlışlıkla gitmemek için mekanın adını isteyen olursa bana haber versin :) Yemek konusundan da genel olarak bahsedeyim. Dönerle alakası olmayan ama adı döner olan yemeği yedim. Bu arada benden şöyle yapın böyle yapın gibi çok tavsiye duymazsınız ama önleminizi alın. Yurtdışında dönerden pek medet ummayım. Hayal kırıklığından başka elinize bir şey geçmez ve aç kalırsınız.
Artık hava da iyice bulutlanmaya başladı. Bir de yağmurla uğraşmamak için istikamet artık havaalanı :) 10 dakika sonra yoldan geçen bir taksiyi durdup bisikleti arka koltuğa yanlamasına yerleştirdim. Bu işin de karar verdiğim anda çözülmesi gerçekten acayip oldu.
Taksici de yanlış hatırlamıyorsam İran'lıydı. İstanbul'a falan gelmiş. Muhabbet ederek havaalanına doğru ilerledik. Yalnız maratonun geçeceği güzergahın bir kısmı bariyerler ile hala kaplı olduğundan yolu biraz uzattık. Taksici esnafının en sevdiği şey bildiğiniz gibi yolun uzaması. Turun başından beri ilk kez oturduğum yerden şehri gezme imkanı bulduğum için bana da fena olması esasında.
Akşam 7 sularında havaalanına geldim. Uçağın kalkmasına da 7 saat var. 😅 Priz olan bir yer bulup nasıl zaman geçirsem acaba derken o an canlı yayınlanan Beşiktaş-Çaykur Rize maçının linkini izledim. Kafadan 2 saat böylece bitti. Maçı da aldık :) Yalnız kutu ve ben birbirimizden ayrılamıyoruz. Teslim edebilmem için kontuarın açılması lazım ki ona çok ama çok var. Tuvalete gitmem lazım. Yanımdaki banka oturan zenci bir arkadaştan kutuya 2 dakika bakmasını rica ettim. Ufacık wc yazan yer maalesef kapalıydı. Ya da personel için olabilir bilemiyorum. Geri döndüm. Adam istemeye istemeye kutunun yanında durdu zaten. Öyle olunca "tekrar bak da ben başka bir tuvalet bulayım" demedim artık. Biraz daha kendimi tuttuktan sonra baktım yakınıma kimse gelmiyor. Kutuyu öylece bıraktım ve altıma işemeden hemen an önce havaalanının gerçek tuvaletini buldum. İşimi bitirip mutlu ve hızlı bir şekilde kutuyu bıraktığım banka dönerken tahmin ettiğim manzara ile karşılaştım. 3 kişiden oluşan havaalanı polisi telsizle konuşarak kutunun başında beni bekliyor. Birkaç kez "Are you kidding me?" (Benimle dalga mı geçiyorsun?) şeklinde fırçalandıktan sonra özür falan diledim de konu kapandı. Çişin mutluluğunu dahi yaşatmadılar. Muhtemelen garip davranışlarımı kameradan izlemişlerdir fakat yapacak bir şeyim de yok. Böyle durumlarda kendimi kontrol edebilirim ama uçak saati gelene kadar da değil.
Tekrar rahat bir şekilde oturup zamanın gelmesini beklerken önümdeki Ryan Air deskine Cannondale yol bisikleti ile yanaşan bir kız dikkatimi çekti. Birkaç belge işleminden sonra sonra bisikletin üzerine geçirilmiş şeffaf bir poşet ile ters yöne doğru gitti. Yani ben niye kutu vs. uğraştım o zaman? Hayatımda ilk kez böyle bir şey görüyorum. Bu işler bu kadar kolay olsaydı sürerek gelirdim. Bildiğim kadarı ile bilmediğim bir şeyler var.
Durun daha bitmedi. 😅 Pasaport memuru kontrol esnasında pasaportun sayfalarını çevirip uzun uzun bakında bir terslik olduğunu anladım. Bir süre durdurup önündeki ekranı kontrol etti ve sonra bana dönüp "Danimarka'ya giriş damgan yok dedi". Stockholm'den giriş yaptığım için bulamaması normal. Bu durumu belirttim. Tekrar kontrol ettiğinde onu da bulamadı. Bir anlık şüpheye düşmedim değil. Pasaportu alıp ben buldum ve gösterdim. Bu aşamayı da gerilim dolu bir sekansla tamamladık.
Nihayet havalandık ve sabah saatlerinde Sabiha Gökçen'e ulaştım. Muhtemelen Havaş ile Taksim'de inip başka bir taksiye atladım. Sonrasında eve nasıl geldim, neyle geldim hiç bir şey hatırlamıyorum. O gün işe gittim mi, evde dinlendim mi o da yok.
Kısa biz zaman dilimine sıkıştırdığım bu turun artık sonuna gelmiş bulunuyoruz. Başka bir turda daha önemlisi tadımızın tuzumuzun daha yerinde olduğu bir turda görüşmek üzere diyerek noktalıyorum. Buraya kadar okuma zahmetine katılan herkese teşekkürlerimi sunuyor ve Vega'nın Zat-ı Ali'si ile yazıyı kapatıyorum
Kurumuş her şey kurumuş can vermiş
Muhabbetine hiç doyulmaz
Bak senin gitme zamanın gelmiş
Ayrılana yolu sorulmaz
Hoşçakalın...