Yazmaya uzun süre ara verip blogu kapattığımda "Okuyorduk güzel güzel, neden yazmıyorsun?" gibisinden bir takım laflar yemişliğim vardır. Yıllar sonra zamanda yolculuk yaparak bir şekilde geri döndüm ve her şeye tekrar başladım. Sitenin tasarımını düzelttim, sadeleştirdim ve tekrardan karalamaya başladım. İlk heyecanımdan eser olmasa da daha sağlam bir altyapı ve deneyim ile geri dönmek büyük resmi görmek açısından önemliydi. Kısacası bu tur 2016'da yapıldı, 2019'da yazıldı, 2024'de içeriği tekrar gözden geçirilerek düzenlendi.
Gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki yazdıklarımı okumaya başlayanlar okumaya devam ediyor, okumayan ise okumuyor. Muhtemelen yazılarımı, belki de karakterimi beğenmiyorlar. Yani bu platformun herkese hitap etmediğinin farkındayım. Tüketim toplumu okuma alışkanlığını çoktan kaybetmiş durumda. Ben bile kısmen kaybettiğim için anlayabiliyorum. Ama beni iyi hissettiren şey en azından yazarak da olsa üretebilmek. İlk kez uzun bir yolculuğa çıktığım Edirne-Antalya turumun bir kısmını Youtube'a koyduğumda hızına yetişemediğim yorumlar ve izlenme sayılarına ulaşmıştım. O zaman bisiklet turu yapan ve bunu paylaşan kişi sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Oldukça heyecanlı bir şekilde Youtube dünyasına girmeme rağmen ne yazık ki zevk alamadan çıktım. Herhangi bir içeriği topluma sunduğumda bunun izlenerek tüketilmesi yerine okunarak anlaşılması ya da daha doğru tabirle hayal edilmesi bana daha çok zevk verdi. Yüzüklerin Efendisi'nde karakterlere görsel olarak hayat veren en önemli insan Peter Jackson olsa da filmler çekilmeden önce herkesin zihnindeki Gandalf karakteri birbirinden farklıydı. Yani Tolkien hayal ettiriyorken Peter Jackson görselleştirdi. Dolayısıyla tahayyül kavramı anlamını yitirdi. Jackson bu işi mükemmele yakın yaptığı için de kitap ve senaryo tutkunları haricinde kimse sesini çıkarmadı. Jackson mükemmel bir insan fakat ben daha çok Tolkien tarafındayım. Esasında işi uzatmadan sonucu net olarak ortaya koyan (bazen kötü bile olsa) ve gerektiğinde kestirip atan bir insan iken tezat bir şekilde yaşadıklarımı izletmeyi değil, yazmayı seviyorum.
Hayat meseleleriyle haşır neşir olunca konu her ne olursa olsun insan bir şeylere ara verince toparlamak için fazladan efor sarf etmesi gerekiyor. Bu nedenle yazdıklarımı en çok okuyan benim. Sevdiğimden değil. 😄 "En son yazmıştım ben yaa?" sorusunun cevabını aradığımdan. Muhtemelen birkaç yazı sonra İskandinavya'yı bitirip girişine başladığım ve 2023'e 1 gün kala tamamladığım Ürdün bisiklet turuma ait hikayeleri eklemeye devam edeceğim. Diğer turlar da ardından gelecek. En güvendiğim şey ise her tura ait istatistik, rota, matematik ve görselin elimde mevcut olması. Ufak da olsa yolda aldığım notlar var. Yani ölmediğim sürece "everything is under control" diyebilirim. İnsan beyni öyle acayip bir organ ki ilk paragrafı bitirdiğimde sanki o turu yeniden yaşıyormuşum gibi hafızamın derinliklerine attığım her şey gün yüzüne çıkıyor. Bir anlamda madenin gizli kalan yerlerine ışık tutarak aydınlatıyorum. İşte tam da bu yüzden farklı hissediyorum. İyi ya da kötü yazmam konusu size kalmış artık. Ama okuma zahmetine girişip takip edenlere sevgilerimi saygılarımı iletiyorum.
İşin teknik tarafına gelince sadece siteyi değil, görmüş olduğunuz tasarım kodlarını da (CSS) kendim yazıyorum. Yorumları kapattım. İsteyen Instagram üzerinden bana ulaşıp sormak istediği bir şey varsa sorabilir. Buna tüm samimiyetimle açığım. İki beğeniyle osuruktan kendini ünlü sanacak kadar ego delisine dönüşmedim çok şükür. Burada tüm detayları ile hikayemi anlatmışken "Teker patlayınca napıyosun" diye sormayın yeter. :) Ama illa ki teker patlayınca ne yaptığımı bilmek istiyorsanız tekerimi patlattığım turlarımı okuyabilirsiniz.
Şu an okuyacağınız içerikle ilgili 307 fotoğraf çekmişim. Fotoğraf seçimi de ayrı bir uğraş. Bu anlamda rekorum Ürdün gezimdeki Petra Antik Kenti'dir. 700 küsür fotoğrafı ayıklayıp uygun olanları bulmam gerekiyor orada da. Kısacası emek istiyor. Mesela bu bölüm Helsingborg sabahı ve ülke geçişinde yaşadığım oldukça sıradan olayları içerse de yazmanın yaşamaktan uzun sürdüğünü belirtmem gerek. Sıradan bir iş ilgi çekmeyebilir. Fakat ilk kez karşılaştığınız için o iş sıradan olmayabilir. Buna deneyim diyoruz ve her deneyimin farklı bir tadı var. Bu bölüm biraz daha göze hitap edecek diyebilirim. "Yahu diğer gezginler 3 ay gezip 1 sayfa yazıyor, sen gelmiş 1 günü 20-30 kitap sayfası gibi anlatıyorsun kardeşim nedir senin derdin?" diyeceksiniz. Doğru. Yazılarda tanımadığım evlerin tuvaletlerine girmek, midemin kaldırmadığı besinleri çıkarmak, hastalık yüzünden cami avlusuna bebek bırakırcasına içemediğim litrelik Jager'i çöp tenekesinin yanına koymak 😎 gibi çok da hoş olmayan şeylerden bahsediyorum. Yani "Mutlaka Venedik'i görmelisiniz, köşedeki pizzacıda 30 kişinin arkasında 2 saat sıra bekleyip bu harika pizzayı yemelisiniz. O kadar lezzetli ki; çok acayip lezzetli adeta lezzet pınarı, lezzetin dibi, lezzet kasırgası :D en iyi 10 pizzacının en iyisi gibi afedersiniz ama kafa s*ken" tavsiye alacaksanız burası yanlış yer sevgili okuyucu. Pizza alt tarafı. Hadi pizza yerel bir yiyecek olsun. Starbucksvari yerlerde bunu yapanlar var ki hiç o konuya girmeyelim. Çayınızı kahvenizi ya da içiyorsanız buz gibi biranızı alıp geçin ekran karşısına. "Dilini damağını s... Altan yeter" diyenler vardır kesin. Ben de aynı fikirdeyim :) Başlıyoruz.
Gece konakladığım yerin hemen arkası tren yolu olduğu için ses dolayısıyla birkaç kez uyandım. Bölük pörçük uykuya alışkınım. Ama yalan yok güzel uyudum. Zaten tren sesi, bizim bildiğimiz tren sesi ile tamamen alakasız. Ani patlamalarla geldiğini belli eden değil de yaklaşarak ivmelenen, uzaklaşarak yavaşça kaybolan bir ses. O nedenle çok tınlamadım.
Sabah yine çadırın içerisinde biraz oyalanarak zaman geçirdim. Bugün kendimi hem maraton koşacak kadar sakin, hem de 100 metre koşacak kadar enerjik hissediyorum. Öyle bir atraksiyona girişmeyeceğimi biliyorum ama kısaca ilk kez yeni bir güne bu kadar hazırım. Havanın da etkisi kesinlikle var.
Çadırdan çıkıp kafayı kaldırdığımda ise kıçımdan uydurduğum ve adını İskandinav mavisi koyduğum rengi gördüm. İsveç sarısını da uydurmuştum Stockholm yazılarında. Coğrafi konumundan mıdır nedir kuzey yarım kürede kuzeye bakarken saat farketmeksizin havadaki mavi rengin kontrast değerinin yüksek olduğunu söyleyebilirim. Kış aylarında böyle olur mu bilemem. O mevsimde bulunsaydım bir yerimden İskandinav grisi ya da siyahı gibi renkler sallayabilirdim. Fotoğraf ile ilgilenenler polarize filtrenin ne işe yaradığını bilir. Bu filtre yansımayı önler ve rengin kontrastını artırır. Bu sayede daha doygun fotoğraflar ortaya çıkar. İskandinavya'da filtreye gerek yok. Yani mavinin tonu 70'lerde çekilen vintage filmler ile aynı. Z kuşağı haricindeki güruh ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır.
Sabah vakti spor yapan insan görmek güzel. Hele ki siz de spora çıktıysanız daha bir şahane. Çadırdan elimi yüzümü yıkamak için ayrıldım ve plajdaki kabinlere doğru ilerledim. Bugün koşturmaca yok ve gayet yavaş bir gün geçireceğiz. O yüzden acele etmek de yok. Uyuşuk davranma özgürlüğümüzün skalası geniş. Artık tren işi bitti. Sadece karşıya (Danimarka) geçmek yeterli olacak.
Sabah temizliği sonrası banklarda oturdum biraz. O sırada Helsingborg'un yaşlı sakinleri denize girmek için sahile bornozla geldi. Hava denize girmek için biraz soğuk, en azından su. Bu durumda bornoz saçma mı mantıklı mı bilemedim. Yandaki şezlonglarda uyuma planıma riayet etseydim büyük olasılıkla şifayı yeniden kapardım.
Ülkede bulunduğum süre içerisinde suyun yanından geçerken "deniz mi göl mü?" ikilemini sıklıkla yaşadım ama burası akıntıdan kaynaklı olarak tamamen farklı. Helsingborg (İsveç) ile Helsingør'un (Danimarka) arası Üsküdar-Beşiktaş'tan zaman ve mesafe olarak 2 kat daha fazla. Feribot haricinde bugün kaderim kendi ellerimde.
Tam karşıdaki ufak gri kubbe çadırım oluyor. Kendimi belli eden yerlere çadır kurmayı tercih etmiyorum. Benim her alanı görmem önemli değil, her alandan görünmemem daha önemli. Bu sadeliğe bisikletin ve çantaların rengi de dahil. Reklam panosu gibi dikkat çekmenin hiçbir manası yok.
Çadıra tekrar dönüp çantada atıştıracak bir şeyler ararken normal insanlar için garip ama benim için artık bir klasik olan bira+çikolata konseptli kahvaltımı yaptım.
Dün gece göz ucuyla bakındığım Helsingborg'u bir kez de gündüz gezeyim diyerek hafiften yol alma vakti geldi. Normalde gündüzünü ve gecesini ayrı ayrı görmekten zevk aldığım çok fazla yer yok fakat bazı şehirlerin bu tabuyu yıktığını belirteyim. Mesela Mostar, mesela Kiev. İlerde yazarım ama bunlar göreceli tamamen. Velhasıl ortalığı derleyip toparladım ve her zaman yaptığım gibi eşyalarımı yürüyen evime yükledim. Bunu Transformers'da bile görmek imkansız. Onlar insan-taşıt olabilirken ben insan-taşıt-ev olabiliyorum. Bisiklet ile bütünleştiğinizi hissetttiğiniz anda kompakt hale geliyorsunuz.
Sakin şehrin sakin sokaklarında sakin insanları izleyerek sakin arabaların yanından sakin bir şekilde sürmeye başladım. Sakinlikten huzur akıyor. Geceyi geçirmiş olduğum ve bolca övdüğüm Gröningen Park'nın kıyısından bir kuzeye bir güneye gidip gelirken LGBT destekçisi bir kuruluşa ait flamalar dikkatimi çekti. Bu yazıyı tekrar kaleme aldığımda (Mart 2024) okuduğum bir habere göre İsveç'te cinsiyet değiştime yaşı 18'den 16'ya düşürülmüş. Kutluyorum, büyük devrim. Sizin cinsiyetiniz İsveç'te gerçekten kimsenin umrunda değil ama bunu düşünüp önergeyi sunan ve oylayanlara nedenini sormak lazım. Beni o kadar gezip de modernleşemeyen bir ortadoğulu hayvan olarak görüyorsanız bu da benim umrumda değil. Bence düz 12 yapın, içinizdeki pedofili alenen ortaya çıksın.
TURDA 435. KM - Yol bitiminde bir heykel gözüme çarpınca biraz yaklaştım. Kimin heykeli olduğunu yaklaşırken tahmin edebiliyordum ve görünce açıkçası çok sevindim.
Henrik Larsson benim çocukluk kahramanlarımdan birisiydi. Futbol hayatının başında ve sonunda Helsingborgs IF'de top koşturduğunu duymuş olsam da burada doğduğunu bilmiyordum. Celtic zamanlarını ise net hatırlıyorum. İsveç'in 94 Dünya Kupası kadrosunun forvetleri gerçekten acayipti. "Henrik Larsson, Tomas Brolin, Martin Dahlin, Kennet Andersson". Bu kollektif futbol oynayan hücum hattını şu an bile bulmak zor. Ekip dağıldıktan uzun bir süre sonra İbrahimoviç ile tek tanrılı sisteme geçtiler. Dolayısıyla İsveç, futbol dünyasında yeniden adından söz ettirmek istiyorsa bir veya birkaç futbol tanrısının yardımına daha ihtiyacı var.
Ne hikmetse hayatımda ilk kez para verip aldığım forma da İsveç formasıdır. O dönem lisanslı ürün diye bir şey yoktu ve herhangi bir takımın formasını bulmak imkansıza yakındı. Ya da memur çocuğu olduğum için öyle hissetmiş olabilirim. Bir Cumartesi günü apartmanın tam önüne kurulan pazarın içinden koltuk altıma sıkıştırdığım topla eve dönerken don-atlet satan bir tezgahta bu formayı gördüm. Üstüme giyip denedim ve cuk oturdu. Yan tezgahta satılan cırtlak renge boyanmış sarı civcivlerden farkım kalmamıştı. Yine de parayı basıp aldım. 1-2 kez de giyip mahalleye indim. "Fenerli misin?" şeklinde sorulara maruz kalınca formayı yanlış hatırlamıyorsam çöpe atarak ortadan kaldırmıştım. O formayla bir golüm bile olmadı.
Aylaklık yaparak gezme seansını bitirdim ve tekrardan dün gece gidip gelmekten yolunu aşındırdığım Drottninggatan'a çıktım. Şehre acayip yakışan bisiklet yoluna geçip sürmeye başladım. Merkeze dönünce önüme çıkan Helsingborg Belediye Binası Rådhuset'i (The Town Hall) görünce bakmaktan kendimi alamadım. Adeta şehrin içinde ışıldayan bir şato. Aslında dün gece tren istasyonundan çıktığımda ilk dikkatimi çeken yapı bu idi ama bisikleti toparlama faslı, açlık ve konaklama yeri bulma derdiyle uğraşınca alıcı gözle bakma fırsatım olmamıştı. Tam karşısındaki heykel ise Büyük Kuzey Savaşı'nı yönetmiş olan Stockholm doğumlu İsveç'li general Magnus Stenbock'a ait. Bu adamların tarihine baktığımızda elle tutulur bir savaşları yok ama militarist ikonlardan da vazgeçemiyorlar. Militarizm bir ülke için önemli bir kavramdır. Milliyetçilik ile karıştırılmamalıdır. Sevmeyenlere dünyanın şu an ne hale geldiğini tekrardan hatırlatmak isterim. Evet savaşların olmasını ben de istemiyorum ama kimse "Dur bi de Altan'a soralım" demiyor. Yani bu isteğimiz temenniden öteye geçmiyor. Gerçek şu ki savaş olursa annenizi, eşinizi, çocuğunuzu siz koruyacaksınız sevgili hemcinslerim. O bakımdan militarizm önemlidir ve her erkeğin sevmese bile bilmesi gereken bir konudur.
Tarihi eser dediğimiz şeyler ise çoğunlukla din ve siyasetten kalan eserler. Özellikle Avrupa kıtasındaki tarihi eserlere baktığımızda bu izleri görebiliyoruz. Ülkemiz coğrafyasındaki tarihi eserler ise sadece savaşa endeksli değil. Tiyatrosundan su kemerine, mağarasından yerleşim birimine kadar tarihi çeşitliliği barındıran muazzam eserlere sahibiz. Memleketinizi neresi olursa olsun mutlaka orada bir tarihi eser vardır. Medeniyetin doğduğu yerde yaşadığımızın kıymetini bilmemiz lazım.
Stenbock ile ilgilenip biraz fotoğrafladıktan sonra Helsinborg Limanı'ndan kalkan bir gemiye binmenin vakti geldi. Uzaktan gemilerin gidip geldiğini görüyorum ama gemilerin nereden kalktığını bulmam gerektiği için arayışlara başladım. Yine olduğum yerde döndüğümü fark edince giyiminden kuşamından tahmin ettiğim kadarıyla IT sektöründe çalıştığını düşündüğüm prezentabl bir abimize yaklaşıp "Hocam nasıl gidebiliriz karşıya? Bir yardımcı olsan" sorusunu yönelttim. Nordik ülkelerin yazıcımlısı "smart casual" giyiniyor. Bunun tam Türkçe karşılığı lügatımızda yok. Hayatını yazılımcılarla geçirmiş birisi olarak açık ofislerde at hırsızı giyimli (kot, tişört, spor ayakkabı) insanlarla çalıştım ve çoğunlukla ben de bu güruha dahil oldum. Kadınlar yine bizde iyi giyinmeye dikkat ediyor ama biz erkekler bu anlamda pek "casual" değiliz.
5 saniyelik soruma 2.5-3 dakikalık yanıt aldığım, normalde konuşmayan ama sorunca cevabını esirgemeyen İskandinav insanı yine beni yanıltmadı. Sanırım bizdeki vapur ve deniz otobüsü gibilerinden bir durum söz konusu. Olmuşken vapur olsun, namımız yürüsün diyerek Scandlines'ı tercih ettim ve vapura doğru yöneldim.
Kattegat
Feribot iskelesinin yerini öğrenince bisikletimle arabaların yanından geçip gişelere ulaştım. Bisikletliyseniz sınır kapılarında hep aynı durum söz konusu oluyor. Daha önce Karadağ'dan Arnavutluk'a ilerlerken önümdeki 30 araca el sallayarak gişede işimi halletmiştim. Ukrayna'dan Moldova'ya geçerken bitmeyen bir kuyruğu ardımda bırakmıştım. Sonuç olarak motorlu taşıt değilim. Tekerlekli yayayım ben. 😂 İnsanların sinir olup ses çıkaramadığını gördüğümde kendimi suçlu ama haklı gibi hissediyorum böyle anlarda. Avrupa'da ise sınır kapıları (varsa) Schengen'in gücünü hissettiğiniz yerlerden birisi. Pasaport falan sormuyorlar. Deniz yoluyla ülke değiştirmek için ulaşım ücretini ödemeniz yeterli.
Benim için ikinci bir alternatif de Öresund Köprüsü'ydü. Aslında turu planlarken Strava'yı açıp rota oluşturmaya başladığımda Malmö'ye ulaşıp Öresund Köprüsü'nü kullanarak Kopenhag'a geçmek gibi bir planım vardı. Fakat detaylı araştırmalar neticesinde köprüden bisiklet geçişi olmadığını gördüm. İki şerit demiryolu ve dört şerit karayoluna sahip köprüden bisiklet geçişine izin verilmiyor. Köprü iki ülkeyi birbirine bağlamanın yanısıra farklı bir özelliği ile dikkat çekiyor. İsveç tarafından başlayan köprü Danimarka kıyılarına yaklaştığında yerin altına girip tünel halini alıyor. Böylece deniz ulaşımına herhangi bir engel teşkil etmiyor. Estetik açıdan da muazzam olduğunu söyleyebilirim. Görmeyi isterdim. Ek bilgi olarak Strava rota oluşturma olayını ücretliye çevirdi. Subscriber olmanız gerekiyor. O nedenle Komoot kullanmanızı öneririm.
TURDA 439. KM 🏴
Konumuza dönelim. Gişe görevlisi hanımefendiye de "Ee bitti mi şimdi?" şeklinde sordum."Bitti" dedi. Az gidip uz gidip dere tepe düz gittiğim sarı elfler diyarı İsveç'le artık vedalaştık. Ne ben İsveç'i anladım, ne de İsveç beni.
Feribot firmasının internet sitesini bir önceki akşam kontrol ettiğimde bisiklet fiyatını göremedim. Daha doğrusu bisikletli yolcu taşıma opsiyonu yok. "Artık ne isterlerse veririz" kafasında yanaştığım gişede bisikleti hesaba katmadılar. Yani normal yaya tarifesi uyguluyorlar. Yayalar farklı bir yoldan feribota giriş yapıyor. Bisiklet, motorlu taşıt olmadığı ve geniş bir yer işgal etmeyeceği için ekstra bir ücret alınmıyor. Zaten yaya ya da bisikletliyseniz rezervasyon derdiyle de uğraşmadan günübirlik ülke değiştirebilirsiniz. Araç için de öyledir muhakkak ama basitçe örnek vereyim: İsveç'te oturuyorsunuz "Abi gel bugün Danimarka'da bisiklet sürelim" diyorsunuz ve oluyor.
Scandlines; İsveç, Danimarka ve Almanya arasında deniz ulaşımını sağlayan bir firma. Bindikten birkaç dakika sonra feribot iskeleden ayrıldı. HH-Ferries adlı bir firma daha var. Araştırdığım kadarı ile sadece Helsingborg-Helsingør arası yolcu taşıyor.
Helsingborg-Helsingør arası kuş uçuşu 4.5 km kadar. Ben de kuş gibi uçmak için bisikleti bırakıp feribotun 5. katına yani terasa çıktım ve İskandinav mavisini yeniden gördüm. Feribotun güvertesinde herkes kuzeye bakıyor zaten. Güney yönünde puslu ve beyaz bir hava varken, kuzey açık.
Bu arada günlük Helsingborg-Helsingør sefer sayısı 2019 itibariyle 71, bu sadece Scandlines'ın sefer sayısı. Hesaplayan adam moduna geçmiyorum. Meraklısı araştırıp kolayca bilgiye erişebilir. Scandlines firmasının logosunda yer alan renkler bu üç ülkeyi temsil ediyor. Sarı: Almanya, Kırmızı: Danimarka, Mavi: İsveç.
Bisiklet feribotun en arkasında duruyor. Önümde kamyon, araba, otobüs, karavan ne varsa artık. Bizdeki arabalı vapurlardaki gibi kozmopolit bir çeşitlilik söz konusu. O kadar uzun ki ön tarafını göremiyorum. Restoran kısmı devasa bir otel lobisine benziyor. Bir ara "Kaçıncı kattayım ben?" diye sordum kendime. İçerde mağazalar var. Alkol, kozmetik ürünü ve tabi ki bir İsveç klasiği olan şeker. Şeker stoğunu %10 azaltsan muhtemelen ülkede ayaklanma çıkar. O kadar önemli. Stockholm yazılarımda bahsetmiştim.
Teras kısmı çocuklarıyla mutlu mesut güneşin tadını çıkaran Nordik aile dolu. Ve evcil hayvanlar. 3 tane köpek gördüğümü söyleyebilirim. Türkiye'deki feribotlarda evcil hayvan taşımak biraz sıkıntılı. Köpeklerin yolcu salonlarının dışında, görevlilerin gösterdiği yerde olması ve ağızlık takılması gerekliliği var. Deniz otobüslerinde zaten yasak. Burada ise hayvanlar ile ilgili sevimsiz olayların yaşanması imkansıza yakın diyebilirim. İsveç yazılarında Çocuklar > Kadınlar > Hayvanlar > Erkekler gibi bir sıralamanın olduğundan bahsetmiştim. Muhtemelen Danimarka'da da durum farklı değil. Güneş çıkınca insanların yüzüne yansıyor direk bu coğrafyada. Ben de bu yazıyı Antalya'nın bir sıcaklayıp bir yağmura çeviren acayip havasında yazıyorum. Boğaz boyunca feribotların geliş-gidiş rotasına engel olmayacak şekilde birçok yelkenli gördüm.
Memleket rüzgar alıyor ne de olsa. Aslında yamaç paraşütü için de çok güzel rüzgar var ama tabii ki yamaç yok. :) Çünkü yamaç olsa ilk ben çıkardım. Tekrar bu taraftarda tur yaparsam gideceğim yer Norveç sevgili arkadaşlar. Tırmanmak, gökyüzüne ulaşmak isterdim ama o konuda biraz kalbimi kırdı İsveç. "Yok ben illa İsveç turu yapmak istiyorum" diyen olursa da haritadan ülkenin en yüksek noktasını bulup oralarda gezip dursun. İrtifa ile ilgili söyleyeceklerim bu kadar.
Fotoğraftaki yapı Kronborg Kalesi. William Shakespeare'in Hamlet'ini bilmeyeni dövüyorlarmış burada. Hamlet eserinde Elsinore olarak ölümsüzleşmiş olan kale, Kuzey Avrupa'nın önemli Rönesans kalelerinden birisi imiş. UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde de 2000'den beri yer almaktaymış. Kale ve bulunduğu alan denize doğru çıkıntılı. Bu durumda uç nokta ile Helsingborg arası 4 km'ye düşüyor. Gotik mimarinin izlerini burada da görmek mümkün.
Terastan feribotun önüne doğru ilerleyip baktığımda birkaç bisikletin diğer araçların önünde olduğunu gördüm. Feribota son anda yetiştiğim için bisikletimi arkaya bırakmıştım. Buraların yabancısı olunca sistemin işleyişini haliyle bilmiyoruz. Trende de böyle bir durumla karşılaşmıştım.
Türkçe ve İsveççe'de Helsingör, Danca'da Helsingør, İngilizce'de Elsinore olarak geçiyor bu şehrin adı. Ben blogun başından beri Helsingør yazdığım için değiştirmeyeyim artık. Helsingborg'un İsveççe'de tam olarak okunuşu ise "Helsinbori". Ragnar'ın soğuk sularından ayrılırken son bir coğrafya bilgisi ile pekiştirelim. Helsingborg-Helsingor arasına bir çizgi çekerseniz kuzeyi Kattegat, güneyi Öresund Boğazı, boğazın bitimi ise Baltık Denizi efenim. Kafası karışanlar haritaya bakarsa netleşecektir.
20 dakikalık bir yolculuğun ardından Danimarka kıyısına yanaştım. Feribottan inip tekeri döndürdüğüm anda karşıma çıkan bisiklet yolu (zaman zaman yolun darlığından kaynaklı ufak kesintilere mağruz kalsa da) Kopenhag'a kadar devam ediyor.
Yolculuğun sonları yaklaşmışken her sonun yeni bir başlangıç olduğunu belirteyim. Tekrar İsveç'te bisiklet turu yapma şansım olsa ister miyim? Açıkçası bilmiyorum ama başka seçeneklere bakmak daha mantıklı geliyor. Yine de her şeyin tecrübe olduğunu varsayarak 10 üzerinden 5.5 veriyor ve Gece'nin "Bana Bir Şarkı Söyle" adlı şarkısı ile veda ediyorum. Bir şarkı; bir insan ve bir ülke arasındaki ilişkiyi ancak bu kadar güzel anlatabilir.
Tatlı bir uyuşukluk hissi bahsettiğim
Ayak parmaklarından kafatasına kadar uzanan
Bazıları berrak bir su gibidir, bazıları da benim gibi
Çamurlu bir göl merak ettiğin dibini
Yaklaşık 50 km sonra Kopenhag'da olmak ümidiyle saygılar, sevgiler.