Tüm gece kulağımı tırmalayan çim biçme makinesine gücüm olsa kalkıp "çim biçme" diye bağırabilirdim. Gecekondumun önündeki çayırı mesken tutmuş bu cihaz karanlıkta dört dönerek uykumda heyecanlı dakikalar yaşamama sebep oldu. Çimeni ezmiyor adeta beynimin içinden geçiyordu. Sensörün çalışmadığı durumlarda çim alanın dışına çıkıp çakılların üzerinde dans ediyor ve bunu da başaramıyor, aklı karışıyordu. Birkaç kez de duvara bindirdiğini ve hoplayarak uyandığımı biliyorum. Andrea'nın kumpası da olabilir. Senaryolar bir yana bu çim biçme makineleri ülkede çok moda. Salıyorsun çayıra ve gerisine karışmıyorsun. Hızlı bir tosbağa gibi dolaşıp bahçenizdeki tüm uzamış çimleri yiyor manyak alet. Daha önce farklı yerlerde gözlemlediğim "İskandinavın ağaçtan düşen meyveye dokunmama" durumundan bahsetmiştim. Elmalar bu makineler için (en azından bu makine için) büyük sorun. Bu yarızekalı alet sensöründe bir kütle görürse geri dönüyor ve işine devam ediyor. Dönmediği de oluyor. İşte böyle bir uyku ile yeni güne uyandım. Gerçi birkaç gecedir bölünmüş uykuya alıştığım için çok da sorun yok. Amerikan filmlerinden bilirsiniz, hafta sonu barbekü partisi bahanesi yaratmak için yan komşuyla iletişime geçilmesi gerekir. "Hey Steve, nasıl gidiyor dostum?" dersin film başlar. Komşu erkekle en büyük tanışma aracı çim biçme makinesidir. Zorunluluk değil de keyif için yapıyorlar. Hank Schrader gibi bir karakteri gözünüzün önüne getirin. 10 saniye düşününce zihninizde barbekü üzerindeki sosisler, bira ve bahçenin çitine park edilmiş çim biçme makinesi canlanacak. İşte sen bu çim biçme makinesini otomatik yapıp çayıra salar ve kendini eve kapatırsan komşunu göremezsin. Yani tam İskandinav usulü bir alet. Sosyal fobiyi evirip çevirip kendine zaman ayırma diye kakalıyorlar bizlere.
Uyanma vakti geldi. Perdeyi araladım. Hava biraz keyifsiz. Dün akşam mutfak tezgahında kalan meyve çaylarından birini içip tekrar yatağa atladım. Televizyondaki kanallara göz attım. 7-8 tane birbirinden sıkıcı kanal var. Çok da zaman geçirmeden ayaklandım ve malzemeleri toparlamaya başladım. Çadırda kaldığımda daha düzenli oluyorum aslında. Otel, pansiyon gibi kapalı alanlarda ise alan bana ait olduğu için eşyaları Çarşamba pazarı gibi saçıyorum. Taygalara yayılan göçebe genlerime engel olamıyorum.
Çimini s*vdiğim güzel hostelin verandasına çıkıp bulutlu havayı görünce enerjimi toparlamak için olabildiğince ağırdan alayım dedim. Çünkü koşuşturma bir başlarsa tam başlayacak. Sabah kahvaltısı niyetine sakladığım Bellman Pale Lager'i açıp bacaklarımı verandanın çitine uzattım.
Ben dışarı çıktıktan sonra çim biçme makinesi durdu ve gidinceye kadar hareket etmedi. Susmasına mı sevineyim, gece boyu bana çektirdiklerine mi söveyim bilemedim. Bira keyfini sonlandırıp heybeleri bisiklete yükledim. Andrea geldi. Andrea deyince uzun boylu, İtalyan taş ablalar gözünüzde canlanabilir. O Andrealardan değildir bu. "Böyle Pelin mi olur yaa?" diyen Burhan Altıntop gibi oldu biraz. Neyse kendi g.tüm göbeğimle de dalga geçebildiğim için sorun yok. Sizde de olmasın. Andrea merkeze gidip alışveriş yapmış biraz. 10 dakika kadar ayaküstü sohbet ettik. Gün içerisinde yapacaklarımdan, turdaki planlarımdan bahsettim. Mesleğimi de söyleyince hemen "Bana da web sitesi lazım" dedi. Nedense tanıdığım insanlardan değil de daha önce hiç karşılaşmadığım insanlardan duyuyorum bu talebi. Derdimi anlattım, derdini dinledim ve "Ne güzelmiş gız kolyen" deyip vedalaştım. Ama kahvaltı olayı hala içimde uhde kaldı dear Andrea...
Ülkenin suyunu içtik, saçlar sarıya döndü. Bulutlar da iyice can sıkmaya başlayınca artık geminin limandan kalkması gerektiğini düşündüm ve ayrıldım Lövsjö'den. Yedinci makalede ilk kez kendi fotoğrafımı koyuyorum. İsveç'e geldiğimden beri hastalık yüzünden suratım davul yutmuşçasına gibi şişti ve kendimi tanıyamaz haldeydim. Biraz toparlansam da fotoğrafa bakınca halet-i ruhiyem hakkında fikriniz oluşuyordur.
Hikaye şimdi biraz karışık.
TURDA 415. KM 🏴
Dün geldiğim yolun bir kısmını geri teperek Odensjö'yi geçtim ve yaklaşık 5 km sonra yol ayrımına geldim. Orada durup Polar'a göz attım. Yeniden Vättern Gölü kıyısına gitmem lazım. "Ne gölmüş arkadaş..." diyebilirsiniz, haklısınız. Tüm gezide belki de en çok kullandığım göl ismi oldu sanırım. Yalnız güzel haber, birkaç saat sonra Ne Vättern kalacak ne de "köping" ile biten şehirler.
Otobanın altından geçtikten kısa bir süre sonra yolun sol tarafında "Chicken Doner-Kebap-Pizza" yazılarını görünce geri dönüp market/restoranın içerisine girdim. Bizdeki her şey satan benzinliklerin bir kopyası adeta. Tavuk döner yazıyor. Kahvaltı için ideal bir seçenek asla değil. Yaşadıklarımdan ders almamışçasına rezalet beslenmeye devam ediyorum. Siparişimi verip dönerin başındaki elemanın yanına gittim. Yüz olarak "Vay Mehmet abi naber ya?" diye soracağım bir tipi var. "Kesin bizim buralardan" diye düşünerek memleketini sordum. "Kuzey Irak" dedi. Ben de "Ne güzel, ne güzel, ben de Türküm" diyerek karşılık verdim. Az çok Türkçe biliyor kendisi. Biliyordan kasıt bizdeki gibi "Anlıyorum ama konuşamıyorum" değil. Biliyor işte. Neyse döneri kesip biçti. Tabağa servis yaptıktan sonra çok da fikrim varmış gibi "Irak'ın neresinden?" diye tekrar sordum ve "Kürdistan" cevabı aldım. Kuzey Irak'ta bulunan özerk bölgeden bahsediyor. Bizim sınırlarımız içerisinde olamaz zaten :) Gergin okuyucular için klasikleşmiş "Benim de kürt arkadaşlarım var" cümlesini ekleyeyim. 😁 Gergin olanlar için dedim bak. Devlet millet konularına gelmişken fikrimi ifade edeyim. Bana "Al kardeş dünyayı sen yönet" deseler ilk planda dinleri yok edip sınırları kaldırırım. Ama bana kalmaz. O yüzden bu meseleyi ülkesinin sınırlarını cetvelle çizdirenler düşünsün. Benim sınırlarla sorunum yok.
Yemeğin yarısında midem bulandı ve yemeği bıraktım. Güzel kardeşim siz sos olmadan yemek yapamıyor musunuz? Düz ekmek istesem içine sos dökecekler artık bu memlekette, o kadar eminim. Yediğim şeyin fotoğrafını şuraya koysam sayfayı kapatıp çıkarsınız. O kadar rezalet. Ayrılmaya yakın mideyi toparlasın diye kola içtim.
Jönköping'in karman çorman kavşakları sayesinde şehrin içerisinde yeniden yer yön bulma ve otobandan kaçma telaşı ile uğraşarak yola devam ettim. Bu arada 5 km boyunca tüm yolun yokuş aşağı. Merkeze yaklaştım.
Munksjön Gölü'nün kıyısında durup sakin kafayla Polar ve telefondan Navigator'a göz atarak Jönköping Central Station'a ait (tren istasyonu) konumu öğrendikten sonra birkaç fotoğraf çekip yırtık dondan fırlamış gibi bir görünüme sahip (başka bir tanımlama var aslında...) Munksjötornet İş Merkezi binası dikkatimi çekiyor. Büyük ihtimalle İsveç'te gördüğüm en yüksek bina. Hangi kafayla böylesine çirkin bir kaide dikmişler ya da dikilmesine izin vermişler anlamak mümkün değil. 17-18 katlı neredeyse. Muhtemelen binanın tepesinden tüm İsveç görünüyordur. Zira koca ülkede önünü kesebilecek başka bir yükselti olduğunu sanmıyorum. Gökdelen formundaki beton yığınları yatay mimaride s*k gibi duruyor afedersiniz. Antalya'ya geldiyseniz büyük ihtimalle şehrin tam merkezinde siyah camlarıyla göğe uzanan Mark Antalya'yı görmüşsünüzdür. Aralarında klasman farkı olsa da aynı saçmalıkta bir bina.
TURDA 426. KM 🏴
Zorlanarak ulaştığım tren istasyonuna gelince ilk işim istasyonun camına yapışarak wi-fi aramak oluyor. Biraz hareketli bir bölge. İstasyonda sirkülasyon yoğun. Bisikleti bırakıp içeri girmek pek mantıklı gelmedi. Telefondan nete girip bilet sorguladığımda Jönköping-Helsingborg treni olmadığını gördüm. Ya da benim sorguladığım günde yoktu bilemiyorum. Başka bir yerden sorguladığımda da var gibi gözüküyor ama o da akşama doğru. Plan program yaptığımda 4-5 saat kadar da trende vakit geçecek. Geç varsam hiç olmadı en yakın parka ulaşıp çadırı kurarım ama gece seyahat edip kamp yeri arama telaşı pek hoşuma gitmiyor. Gişedeki kızların yanına gidip Helsingborg treninin saatini sorduğumda ikisi de birbirine baktı ve "Helsingborg treni yok ki" dedi. "İyi de ben nasıl gidebilirim?" diye tekrar sorduğumda ise ilerdeki kapıdan çıkıp otobüs terminaline gitmem gerektiğini falan anlattı. Otobüs falan gerçekten uzun iş o. Türkiye gibi bisikleti alma durumları olacağını da sanmam. Ayrıca kurguladığım planı değiştirmek de istemiyorum. İşler karışınca "telefonla aramak istiyorum" joker hakkımı kullanarak İlker'e ulaştım, durumu anlattım. Stockholm'den beri telefonla konuşmuyorduk. Cuma günü mesaide olması da bir avantaj. Bir yandan iş arkadaşlarına sorup bir yandan da bana simultane tercüme yaptı. Birkaç saat sonra Halmstad aktarmalı Helsingborg treni varmış. "Tamam abi süper" dedikten sonra telefonu kapatıp tekrar gişeye yöneldim.
Biraz pratik olabilir miyiz acaba?
Dedim böyle böyle
+ Halmstad aktarmalı Helsingborg istiyorum.
- Aaa evet o şekilde yapabilirsiniz. ("Baştan söylesene şunu" kısmına hiç girmiyorum)
+ Bisikletim de var.
- Bisiklete ücret alıyoruz. (Al canım al, canımı da al)
+ Ne kadar?
- Onu bilmiyoruz. Görevli arkadaş trende alacak ücreti.
Buraya ufak bir not düşeyim. Alternatif sunma konusunda Avrupa'nın Allah belasını vermiş tam olarak. Bak Bilal'e anlatır gibi anlatayım: A noktasından C noktasına gitmek istiyorum. A'dan C'ye direk gidemiyorum. Ama kimse "A'dan C'ye gitmek için önce B'ye, sonra C'ye gitmen gerekiyor" demiyor. İki tane hatun birbirine bakıp kaldı bildiğin. Dün akşam Andrea ile kahvaltı olayını konuşurken de aynı sıkıntıya düşmüştük, pardon düşmüştü. Pratik olmak nedir bilmiyor ve buna kafa yormuyorlar. Kuzeyden güneye bir hat çizdiğimizde pratiklik seviyesi belirgin şekilde artıyor. Bizde ise iş "hangi kademe olursa olsun" bir şekilde hallediliyor. Bu özellik ile gurur duyulacaksa bir Türk olarak gurur duyuyorum. Mıy mıy insanlar değiliz, çözüm odaklıyız, beklemeyi sevmeyiz, herhangi bir işi ne zorluk derecesinden bağımsız bir an önce tamamlayıp bitirmek isteriz. Çünkü millet olarak hayatta bu kadar boşa geçirecek zamanımız yok. Ki buradaki durum basitçe bir ulaşım problemi. Umarım konuyu anlatabilmişimdir.
Bisiklet ücretini bilete dahil etmeme olayına da bir anlam veremedim. Tren içerisinde Kaplayacağı hacim ve gidilecek yer belli sonuç olarak.
Peki ulaşım ücreti neydi? 433 Kron yani 45 Euro. Uçak değil tren :) Kuru çevirmeye çalışmayın, siniriniz bozulur...
İlk tren
Neyse heybeleri çıkardım, ön tekeri söktüm. Daha önce trenle bisiklet taşımadığım için trenin durabileceği en yakın noktaya doğru yönelip banka oturdum. Beklemekten sıkıldım ve trenin gelmesine 2 saati aşkın bir süre var. Bu süreçte hiçbir şey yapmadım. Öyle böyle derken uzaktan gelen sesle beraber kendisi de göründü. Bisiklet, ön teker, heybeler, gidon çantası ve sırt çantasını yüklenip trene yöneldim. Sakin bir şekilde insanların binmesini bekledim. Sonra da kendimi içeri atmayı başardım. Koltuk derdine bile düşmeden orta holdeki açılır kapanır ufak koltuğa yerleşip malzemeleri en az yer kaplayacak şekilde yerleştirdim. Oldukça rahatsız bir pozisyondayım. Yani elimle çantayı tutarken, düşmesin diye de bisiklete ayağımla destek yapıyorum. İskandinav tanrılarından trene daha fazla insan gelmemesini dilerken çikolata renkli, örgü saçlı bir ablamız bebek arabası ile çok da yer varmış gibi yanıma yanaştı. Koridorun yarısını kaplamış vaziyetteyiz ve bu hiç hoşuma gitmiyor. Bizim gibi bir kişi daha binse tren içi trafik direk kilit olacak.
Bilet görevlisi yanıma gelip bisiklet ücretini kesti. O zamanın kuruyla ne kadar mı? 122 SEK yani 13 Euro. Bu satırları yazarken rahatlamak için papatya çayı içiyorum. Yanımdaki göçmen olduğu açık olan ablamıza da bir şeyler söyledi ve tartışma yaşadılar. Ne olduğunu tam olarak bilemiyorum açıkçası. Kadın da gidip bir yere oturmuyor, öyle benim gibi koridorda duruyor. Muhtemelen para vermedi. Çocuk olduğu için de görevli abimiz bir yerden sonra mücadeleyi bıraktı. Ben ise olayın bana cereyan etmesi için dua ederken kaçak gemiye binmiş mülteci gibi kıvrıldığım yerden olanları izlemekle yetindim. Şükür ki Värnamo'da indi. Värnamo'da birçok kişi indi aslında. Tren de rahatladı biraz. Tam karşımdaki camda yol haritası var. Geçilen yerleri anons sayesinde duyuyorum ve görüyorum. Halmstad'ı baz alırsak Värnamo civarları yolun yarısı sayılır. Bu nedenle ne kadar mesafe ve zaman kaldığını tahmin edebiliyorum. Bir ara sıkıntıdan Polar'ı açtım ve trenin hızına baktım :)
İkinci tren
Halmstad'a nihayet ulaştık ve tren değiştirme challenge başladı. Burada tren aramak yerine insanların ne yaptığına bakmak ilk tercihim oldu. Kapıdan çıkanlar hızlıca karşı perona geçiyor. Ben de topumu tüfeğimi tekrardan sırtlayıp düştüm peşlerine. O anlarımı birisinin videoya çekmesini isterdim. Kamyondan "Tepenin arkası Münih'tir" diyerek atıldıktan sonra çaresizlik içerisinde etrafa bakan İlyas Salman'dan farkım yoktu. Gözüme kestirdiğim bir kişiye "Helsingborg treni nere gardaş?" diye sordum. O an istasyondan çıkan bir kişi treni gösterince hop atladım diğer trene. O kadar malzeme ile hop olmasa da benim için bir hop'tan daha fazlası. Yalnız bu trenin tipi biraz daha değişik. Kapı girişi geniş bir koridora açılıyor. Yanlış bir kapıdan girdiğimi fark ettim aslında ama inip trenin asıl kapısını arayacak kadar da vaktim yok. Çünkü risk alıp inersem vagonların arkasından el sallarım. Girdiğim koridorda karşılıklı 3'er koltuk ve boş bir alan var. Koltuklardan birine oturup bölünmüş bisikleti ve çantaları tutmaya çalışırken yanımdaki kişi zorlandığımı anlayınca sessizce uzaklaştı. Böylelikle 3 kişilik koltuğu tek başıma işgal ettim. Karşı koltuklarda ise "cins" diye tabir edeceğim iki herif oturuyor. Yine kimsenin kimseyle pek konuşmadığı bir platformdayım. Tam olarak yerleştikten sonra görevli arkadaş gelip bilet kontrollerini yaptı. Ben de banka kartını hazırda tutuyorum ödeme yapmak için. Bisiklet ücreti istemedi, ben de vermedim. Belki de bu hatta para alınmıyordur, bilemiyorum. Yalnız "Yanlış yere binmişsin. Bir sonraki yolculuğunda orta kapıyı kullan" şeklinde uyardı. Bilgim olmadığını söyleyip "Kusura bakma patron" dedim. Bir 20 sene sonra falan yolum düşerse "Hamit abi beni tanıdın mı? Münih'ten Mustafa Akbaba. Görüşmüştük, haber yapmıştımmm, Türkiye Gastesiii" şeklinde kendimi ifade ederim artık.
Sol tarafımda, daha doğrusu vagonun sonunda "Sessiz Alan" yazan bir yer var. Kimsenin zaten konuşmadığı bir ülkede bir de sessiz bölme var. Kafa dinlemek isteyen oraya kaçıyor. Bilet kontrol görevlisi o bölüme geçtiğinde sessiz bir şekilde biletler çıkarılıyor, sessiz bir şekilde işlem yapılıyor ve sessiz bir şekilde hayat devam ediyor. Çocuk zırlamasından rahatsız oluyorsanız tam olarak ideal yer burası.
Hesaplamayacağım dedim ama engel olamıyorum. 0 TL maliyetle 2 günde bu yolu bisikletle yapabilirdim aslında. 58 Euro (O zamanki kur ile 210 TL, 2019'da 350 TL, 2024 itibariyle 2020 TL) para cüzdandan eksildi.
Halmstad-Helsingborg arası tren yolculuğu 1 saat sürdü ama keyifliydi. Ya da ben biraz daha düzgün oturabildiğim öyle hissetmiş olabilirim. Trenin sağ tarafından gün batımını ve İsveç-Danimarka arasındaki Kattegat Denizi'ni izleyebiliyorsunuz. Vücudumda bulunan ve beynim ile hükmedebildiğim tüm organlarım ile Müfettiş Gadget gibi bisiklet ve malzemelere tutunduğum için fotoğraf çekme imkanım olmadı. Sadece karşı pencereden kısmen görebildiğim kadarını anlatıyorum.
Ve Anons geldi. Merhaba Helsingborg!
Şükür kavuşturana
Tren Helsinborg'da durunca Ocean zırhlısını batırmaya hazırlanan Seyit Onbaşı gibi tekrar her şeyi yüklendim ve harekete geçtim. Nihayet bir rahatlama geldi. Önümdeki ten engel 40 basamak tırmanarak tüneli çıkıp ve yeryüzüne ulaşmak artık. Hava henüz aydınlık, rüzgarsız ve yumuşak. Çok parçalı bisikletimi tek parça yapmam gerekiyor. Beton duvarın üzerine malzemeleri yığıp lego gibi tekrar birbirine monte etmeye başladım. Alışkın olduğum için 5 dakikayı geçmiyor artık. Büyük bir aşamayı sorunsuz tamamlamanın verdiği mutluluğun izahı yok. Bisiklet ve ben İstanbul'dan beri birbirimizi taşıyoruz. Yoldayken o beni taşıdı. Tren, uçak, gemi ya da herhangi bir nedenle bisiklet süremeyeceğim yerde de ben onu. Genelde hayal kırıklığından sakınmak için geniş geniş takılırım ama turda 1-2 nokta atışı yapmam gereken durum oldu. Birincisi Helsingborg'a ulaşmak ki bu tamamlandı, diğeri de Kopenhag Havaalanı'na zamanında varmak. Buna daha zaman var. Şimdi yapılacak en önemli iş güzelce karnımı doyurmak olacak.
Şehrin en dikkatimi çeken yanı oldukça sakin olması. Aslında sakinlik tam doğru olmadı. Ferahlık diyelim. Geniş yollar, durgun deniz, az insan. Bir terk edilmişlik ne bileyim bir abandone olmuşluk havası var ama ortalık tertemiz. "Bu kadar az insan varsa bu binalarda kim yaşıyor o zaman?" gibilerinden düşünceye dalıyor insan. Hava henüz tam kararmadı ve nerden baksan yarım saat dünya gözüyle neler var, neler yok görme imkanım var. İlk planda Polar ve Navigator'u açıp "yeşil alan" aradım. Çünkü yeşil alan demek; geceyi geçirilecek, çadır kurulacak yer demek. Helsingborg şehir merkezinin hemen kuzeyinde birkaç tane park, deniz kenarında da uzun bir sahil bandı var. Sahile kadar sürdüm ve bunların iç içe geçmiş olduğunu gördüm. Aklımda bir yandan da Couchsurfing'e göz atmak var aslında ama o da yalandan. Burada bir yerlere kamp kuracağız artık diye düşünerek sahilden ayrıldım, aklımda bir yer belirdim. Tekrar tren istasyonuna kadar sürüp yiyecek bir şeyler bakındım ama restoranların çoğu kepenk indirmiş. Açık olan birkaç yer de restoran mı kafe mi pek anlayamadığım için bulaşmadım. İstasyon tarafından tekrar dönüş yaptım ve Çin/Taywan restoranına gözüm kaydı.
Cama iliştirilmiş etikette ton balıklı salata gibisinden bir görsel var. "Ulan en son ne zaman sebze yedim acaba?" diye düşünürken kendimi içerde buldum. Açıkçası çok da temiz bir yer olduğunu söyleyemem ama Helsingborg ekseninde değerlendirdiğimde bu saatte pek alternatifimyok. "Salata yok" cevabı geldi. Parka dönüp çimenleri yemek geldi artık içimden. Menüyü kontrol ettim. Menü İngilizce değil ve kesinlikle yakından uzaktan anlayamayacağım şeyler yazıyor. O anda kafamı kaldırıp "Duvara dana gibi Tip box yazmasını biliyorsunuz aq" diye söylendim içimden. O da bana içinden aynı şekilde hitap etti. Bazen böyle rahatlıyorum. Art niyet olmadıktan sonra sorun yok. İlerki zamanlarda yazacağım Ukrayna turunda da ilginç iletişim deneyimlerim var. Ukrayna'da markete, otele, restoran vs. herhangi bir yere girip İngilizce sorduğumda bana Ukraynaca cevap veriyorlardı. 3. günden sonra "Ben niye İngilizce konuşuyorum da kendimi yoruyorum acaba" diyerek "Selam teyzem, var mı atıştırmalık bi şeyler?" şeklinde Türkçe konuşmaya başladım. Karşıdaki İngilizce bilmiyor ve sadece beden dili kullanıyorsa İngilizce kasmayın. Daha kolay oluyor.
Bu arada sanırım uzun bir yolcuk yapmaktan mütevellit kendimi İsveç değil de daha çok Danimarka'daymış gibi hissediyorum. Tur kafamda bitti. Son hamle olarak karşıya feribotla geçip Kopenhag'a ulaşmak kaldı.
Daha önce hiç Çin restoranına gitmemiştim. En basitinden noodle gibi bir şeyler vardır düşüncesiyle noodle söyledim. İngilizceleri çok bozuk içerdekilerin. Güç bela karidesli noodle konusunda anlaşmaya vardık. Ton balıklı salata olmayınca karidese kaldık diyeyim. Günlerdir saçma sapan besleniyorum ve bu sefer neyin geleceği hakkında da endişelerim var. Siparişi verdikten bir süre sonra "Şu vayrlısın şifresini verin de neşemizi bulalım yeğenim" dedim fakat wireless yok. Ne demek wireless yok? "Salata yok, wireless yok, ne var lan?" demedim tabii... Abi çok boktan oluyor işte böyle olunca. Yani yemeği boşuna yiyormuş gibi ya da beni orada birisi zorla tutuyormuş gibi hissediyorum kablosuz ağsız mekanlarda.
Neyse ben bu yemeğin parasını peşinen ödeyeyim derken pos makinesi benim kartı okumadı. "Dedim o okuyordu, daha önce okuttum, şimdi de okuyacak". Kartım her ne kadar çipsiz olsa da daha önce deneyip sonuç aldığım için özgüvenim tavan. Son nakitlerimi dün gece biraya gömdüm bilindiği üzere. İsveç'in pos makineleri (ne kadar salak bir tanımlama olduğunun ben de farkındayım) çipli kartlara alışkın. Eski sistem slipten okumayınca bu sefer restoran çalışanları seferber oldu. Gelen denedi giden denedi. Benim kart mahallenin gülü oldu. En son Çinli baba geldi. Restoranın en küçük çalışanına "Olm abinle git bizim yan dükkana, oradan çek getir." dedi. Velet düştü önüme, şort tişört takip ediyorum bunu. Biraz yürüdük. Bayağı loş ışıklı, yani benim yediğimin aynısını yiyip daha fazla para ödediğiniz bir yere girdik. İçerisi Ulus pavyonu gibiydi. Yani Ulus'ta pavyona gitmedim ama ışıklandırmadan öyle hissettim. Ben aynısını yuvarlak tabaktan yerken buradakiler kare tabaktan yiyor. Fiyat farkı buradan kaynaklanıyor. Emlakçıların evi satmak için kullandıkları bir tabir vardır: "Nezih" İşte bu restoranda da o elitlerden bir hayli var. Elit tabaka şaşırmış vaziyette bana bakıyor. Ben de "Ne bakıyorsun elit tabaka, baksana önündeki tabaka" diyerekten geçip gittim yanlarından (espri için özür dilerim). Kasaya geldik, pos makinesine kavuştuk, slip geçti ve cart diye çekti. "Al aq bak gördün mü kart bozuk mozuk değil." dedim. Sonra bizim fakir restoranına geri döndük.
Nodılımu getir dedim. Yedim. Yüce Odin kimseyi çipsiz kartla sınamasın bu diyarlarda. Yediğim yemeğin içerisinde karides, kırmızı biber, soğan, brokoli, karnabahar var. Haşlanmış karides var. Bu uzak doğuluların her bulduğunu haşlama ritüeli hakikaten bir acayip. Yemek İsveç standartlarının üzerinde sayılır. Sanırım beğendim. En azından birkaç sebze parçası gördüğüm için mutlu oldum. Günler sonra normal bir yemek yemiş olmanın verdiği huzuru hissettim.
Samanyolu Tv'de Ayna adında bir gezi programı vardı hatırlarsanız. Helsingborg'dayım ve ben karideslerin kuyruklarını bıçakla keserken aklıma programın yapımcısı Saim Orhan geldi. Fetöcü metöcü ama dünyayı hayvan gibi gezdi it herif. Genelde nerede kuruyemişçi bulsa giren bir tip olarak aklımda yer edindi.
Yemeden önce: Evet sevgili seyirciler şu an yanımızda Maria Hanım var ve bize yöresel yemeği olan çukubayı ikram edecek. Çukuba dünya üzerinde sadece bu bölgede yetişiyor ve gerçekten özel bir tada sahip.
Yedikten sonra: Tadı kavuna benziyor sevgili seyirciler. Gerçekten değişik bir tadı var ama bizim damak tadımıza pek uygun değil.
Saim abinin yediği her şeyin tadının neden her zaman kavuna benzeyip bizim damak tadımıza uygun olmadığı konusunu çözebilene bir yol boyunca sınırsız çukuba müessesemizin ikramıdır.
İnternetsizlik böyle bir şey işte. Restorandan ayrıldım ve kahve içebileceğim bir yerler aramaya başladım. Gözüme kestirdiğim güzel bir mekana yanaştım ve içimden "burada internet yoksa s*ksinler beni" diyerek dışardaki masalardan birisine oturdum ve meşhur soruyu sordum: "Wi-fi şifresi nedir?" Cevap geldi: "Wi-ifi yok" Abi ne diyeyim bilemiyorum artık. Hiç mi turist gelmiyor, hiç mi müşteriye muhtaç değilsiniz kardeşim... İçerden de mis gibi pizza kokusu geliyor. "Oha oha! Yeni nodıl gömmedin mi?" diyebilirsiniz ama karnımı yeni doyurmuş olmasam bir dilime hayır diyebilir miydim?
Garson birayı getirince tekrar sordum şu wireless olayını. Yani müthiş acil değil ama nedensiz hırs yaptım ve internetin benim için ölüm kalım meselesi olduğu hissiyatını karşı tarafa verdim. Komşu dükkanın wireless şifresini kağıda yazıp verdi. Problem çözmesini giderayak İsveç'e de öğrettim artık. Booking'den hostel fiyatlarına bir bakayım dedim ve baktığım gibi de kapattım. En ucuz hostelin gecelik ücreti 60 Euro'lardan başlıyor. Kahvaltısı da ekstraymış. Çarşafı, yastık kılıfı da ekstra ücrete tabi. Couchsurfing'e göz attım. 2-3 kişi geri dönüş yapmış, onlar da olumsuz. Bir tanesi artık ne derdi varsa "2 hafta önceden haber verseydin madem, şu an için bir şey yapamam" şeklinde sert çıkışmış. Bu durum Linköping'de de başıma gelmişti. Yani iki haftaya kim ölür, kim kalır şu hayatta. Benim kararlarım anlık. Ne zaman nerede olacağımı bir bilsem... Warmshowers, Couchsurfing gibi sitelerden bana 15 gün önceden mesaj geldiğinde yanıtlamıyorum. Bu işin ideali 3 gün öncesidir bence. O zaman müsaitsem "Gel buyur" diye mesaj atıyorum. Genelde de gelecek kişi kalacak yer bulmuş oluyor. Otel rezervasyonu mu abi bu 15 gün önceden sözleşmek? Bu konuyu yaşadığım tecrübeler ekseninde uzunca yazabilirim ama yeri burası değil. "Arkadaş ortamında anlatmalık maceralar" dosyasında yerini almış bekliyor diyelim.
Birayı da içip artık kamp yerine gitmek için ayaklandım. Henüz kepenkleri indirmemiş büyükçe bir markete girip yine lastik kıvamındaki çikolatalardan aldım. 2-3 tane de %3.5 alkollü acil durum birasını sepete ekledim. Daha önce bahsetmiştim. Systembolaget haricinde market vb. yerlerden alacağınız biraların alkol oranı düşük.
Öncelikle sahil çok güzel. Devasa bir çimenlik alan, denizin dibinde ahşaptan yapılmış ergonomik şezlonglar ve yürüyüş yolu. Işıklandırma olayını da güzel yapmışlar. Hafif esintili yaz akşamı tadı aldım diyebilirim. Sıcaklık İsveç geneline göre 3-4 derece daha yüksekti. Bir süre sahili turlayıp etrafa bakındım.
TURDA 433. KM 🏴
Çadır kuracak alan için son keşiflerimi yaparken bir anda fikir değiştirdim ve bahsettiğim şezlonglarda sabahlamaya karar verdim. Çantadan gerekli malzemeleri yani mat, uyku tulumu ve tabii ki biraları çıkarıp güzelce uzandım. Karşımda Danimarka'nın ışıkları, 5 metre önümde Kattegat Körfezi'nin Öresund Boğazı'na karışan suları var. Işık kirliliği rahatsız edici seviyede değil. İlk birayı açıp keyfe başladım. Günün koşuşturmasını bitirmiş, bu turda çok yaşamadığım sebepsiz mutluluk anlarından birini daha yaşamaya başladım. Hostele de para kaptırmadım hem. Yatak altı üstü. Kemirip yemiyoruz yatağınızı. Neyse telefondan çektiğim fotoğraflara bakayım derken wirelessın açık kaldığını farkettim. Oysa ki şarj bitmesin diye kapatacaktım. Bildirim gelmeye başladı. Sahilde ücretsiz wireless var demek oluyor bu. Yana yakıla saatlerdir aradığım kablosuz ağ şu an kimseye minnet etmeden önüme sunulmuş oldu. Teşekkürler Helsingborg Belediyesi.
Esinti biraz artmaya, iskeledeki ergenlerin sesi yavaştan azalmaya başladı. Soğuktan korusun diye kışlık pantalonu da geçirdim üzerime ama deniz kıyısı ve açık alan olunca soğuk kemiklere daha çabuk işliyor. Şezlonglarda yatma hayali yine de güzeldi. Üşümeye başlayınca hiç maceraya girmeden 50 metre kadar geri çekilme kararı aldım. Çadırı hızlı bir şekilde parkın köşesinden çalıların dibine kurdum.
Kontrolün çoğu zaman bende olmadığı garip bir günü daha geride bıraktım. Yarın karşıya geçiyoruz.