İşine gücüne bakıp yaşamını sürdüren ve tek amacı zamanı geldiğinde eceliyle ölerek bu dünyadan göçüp gitmek isteyen bir faniyseniz kimse siz çadırda yatarken bağırarak uykunuzdan kaldırmaz. Yani maceraya atılmazsanız sorun da çıkmaz. Benim başıma böyle şeyler geliyor. Çadırı bilmediğiniz bir yere kurmanız aslında şu demek "Burası bir geceliğine bana ait". O bölge tüzel kişi değil de gerçek kişiye aitse İsveç bile olsa hak sahibi sizi kişisel alanından şutingen yapabilir. Sıklıkla Adana civarında yaşadığını bildiğimiz ve "tırrek" adını verdiğimiz insan tipi ile İsveç'te karşılaşacağımı tahayyül dahi edemezdim. Şaşırdığım nokta ise niyetlerini anlamadığım bu mobiletli p*ç kuruları öz be öz İsveçli.
Düne baktığımda kendime "Ben mi yolda ilerledim, yol mu beni götürdü?" diye sordum. Çünkü insanın ruhunu darlayan bir havada bisiklet sürmek gerçekten zevk vermedi. Olumlu yönden bakarsak yeşilliğin içinden yol alıp oksijeni depoladım ve hastalığa karşı vücudun direncini biraz olsun kırdım.
Turun değişkenleri çok fazla. Bir tur bisikletçisinin günlük yapması gereken ideal yol (1000 metrelik bir tırmanışı hesaba katarsak) 40-120 km arası. Eğer bikepacking turundaysanız o zaman reçeteye 60-150 km yazıyorum. Genellemeleri sevmem ama iyi fikir verir. Bu yüzden skalayı oldukça geniş tuttuğumu fark etmişsinizdir. Şartlar yeri gelir sizi 200 km gitmeye zorlar, yeri gelir kıçınızın üstüne oturtur. Sonuç olarak kıçınızın üstüne otursanız dahi her hikayede anlatılacak bir şey vardır. 200 km gitmiş iseniz yol boyunca yaşanılandan çok düşündükleriniz tura değer katmıştır. Yaşamaz ya da düşünmezseniz yapılan aktivitenin sokakta sürmekten pek bir farkı yoktur. Sadece zinde olursunuz.
Kimsenin kalbini kırmadan güzelce ahkam kestiğime göre güne başlayalım izin verirseniz.
Uyanmak için güneşin çadırı ısıtmasını beklemek gibi bir bahane uydurarak vücudumdaki organları hareketlendirme seansına başladım. Fakat limitli uyku sonrası dünyaya gözlerimi açtığımda dertlerim yetmezmiş gibi bir de parmak uyuşukluğu sorunum başladı. Her iki elimin yüzük ve serçe parmakları gidona tam oturmuyor. Hayatımda ilk kez bu kadar geniş bir gidon kullanıyorum. Oturuş pozisyonumda sorun olmasa da omuz sonrası fazla uzanmak zorunda kalıyorum. Yani toplamda 4 parmağım işlevini yitirdi yitirecek artık.
Bayraklardan belli olduğu üzere meşhur rüzgarımız geri döndü. Sabah kahvaltısında dün akşamdan kalan patates kızartmasını ve restorandan aldığım ekmek dilimlerini adını ve tadını tanımlayamadığım soslar eşliğinde tükettim. Tatlı olarak üzerinde "Limited Edition" yazan enerji barı dişlemeye başladım. İyi ki yazmışsınız. Sınırlı üretiminiz bittiyse bence bir daha üretmeyin artık. Lastik gibi uzayan ve neredeyse diş dolgusunu alıp götürecek bu çikolataların tadı ,içine yapıştırıcı katılmış gül lokumu gibiydi. Fazla abartmış olabilirim ama kısaca kötüydü.
Yemek konuştukça giderek depreşen Balkan özlemim zirveye ulaşıyor. Etine butuna kurban olduğum topraklar. Genellikle omnivor yaşam formlarıyız ve besin piramidinin en güzel yerlerinden birisi insan olarak bize ayrılmış. Gelgelelim İsveç'te doğru düzgün beslenemiyorum. Biraz daha aynı şeyleri yemeye devam edersem devasa hamburger köftelerinin üzerime koştuğu kabuslar görmekten korkuyorum.
Bu arada tur boyunca pek tüketmediğim için daha önce bahsetmediğim bir ağırlıkla daha yollarımızı ayırma kararı aldık. İçimi ve yalnız gecelerde ruhumu ısıtsın diye yanıma aldığım Jägermeister'la vedalaşıyoruz. Daha doğrusu tek taraflı bir karar. Jäger'e "Hata sende değil, bende" diyerek kendisini çöp kovasına bıraktım. Koyuyor insana. Bira haricinde diğer içkileri çok sık tüketmesem de ufak bir cephane taşırım. 4 gün boyunca litrelik şişenin 50 ml'sini zor içebildim. Ve duygularım, mantığımın altında ezildi. Zaten şişesi 1 kg, alkol sudan yoğun olduğu için kendisi de 1 kiloyu biraz geçiyor diyelim, etti sana 2 kg. İşte bu yüzden sadece "ağırlık" olarak tanımladığım "ağırlık" ile vedalaştık. Şu an kapıyı çalsa sarılıp özür dilerim. Dün ocak kartuşu, bugün Jägermeister derken 2.5 kilo hafifledim. Kafadan 3 kilo da ben vermişimdir. Çünkü içime giren besin gün sonunda içimde durmuyor.
Güzel güzel süreriz artık. Yine de her şey toz pembe değil. Bahsettiğim gibi büyük bir parmak problemim var. Keşke Lapierre ile çıksaydım diyeceğim ama iş işten geçti. Cannondale'in tasarımı çok hoşuma gitse de geometrisini içime sindiremedim hiçbir zaman.
Burada rota ile ilgili önemli bir karar alıyorum. Hedefleri değiştirme zamanı geldi çattı. Vättern Gölü'nün tam güney ucundaki Jönköping'e ulaşıp ertesi gün trene binerek Helsingborg'a geçmenin daha iyi olacağını düşündüm. Birçok sebebin bir araya gelmesi ile alınmış bir karar bu. Aslında normalin biraz üstünde sürsem iki günde ilk önce Värnamo, sonrasında da Helsingborg'a bir şekilde giriş yapabilirim fakat gerek var mı? Yok. O zaman sakin bir gün geçirip ertesi gün trenle Kattegat'a geçmek daha mantıklı. Evet Vikings dizisindeki Kattegat. Öresund Boğazı'nı da uzaklardan görürüz bir ihtimal.
İsveç tam bir standartlar silsilesi. Yani şöyle açıklayayım; Sürüyorsun, karşına benzin istasyonu (eğer varsa) geliyor, yanında market, yanında kafe. Bir 20 km gidiyorsun o arada sarı-yeşil dümdüz ovalar, ağaçlar. Sonra yine aynısı. Sadece ilk gün benzinlik bulmakta zorlandım o kadar. Trenle geçme fikrimde bu durumun da etkisi oldukça yüksek. Aynı şeyleri sürekli görmemek için en azından coğrafyaya biraz farklı açıdan bakayım diye düşündüm ki sonrasında anladığım kadarıyla doğru karar vermişim. Hazırlanırken yukarda yaptığım gevezelik kadar uyuşuk davrandım.
Ve teker döner
Kamp yaptığım dinlenme tesisi Rasta'dan ayrılıp öncelikle Mjölbyvägen'i takiben Ödeshög'ün içerisine girip ne var ne yok diye göz atmaya karar verdim. Bankamatik aradım ve ne olur ne olmaz diyerek ilk kez para çektim. Normalde ülkenin bir parası var :) ama para kullanmıyorlar diyebilirim. Her şey kartla. Bazı yerlerde slip geçebilen pos makinesi dahi olmuyor. Ben o zaman çipsiz hesap kartı kullandığım için sorun olabilir düşüncesiyle bir miktar İsveç Kronu (SEK) alıp cüzdana koydum. Ödeshög ufak ama sevimli bir yer. Bir tane meydan var, market var. O kadar.
Etrafı biraz turladıktan sonra şu güzel duvar resminin önünde fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedim. Böyle arka planlara bisiklet çok yakışıyor.
TURDA 330. KM 🏴
Gränna sahiline teğet geçerek ilerleme fikri daha cazip geldi. Bazen filmlerde yoldan ayrılmış at çiftliğine giden, güneş ışınlarının ağaçların arasından yola düştüğü, yüksek alabildiğine yeşil yerler olur. Burası da onlardan. Geniş bahçelerin arasından sahile doğru ilerledim. Vättern Gölü artık tam olarak sağımda kalıyor. Ben ise sahili oldukça tepeden gören ağaçların araındayım. 15 km'yi gayet tempolu bir şekilde gidip benzinlikte dondurma molası verdim.
Güneş bugün oldukça ayarında, yakmıyor. İdeal bisiklet havası diyebiliriz. Yine de sabaki soslar mide çeperindeki sıvıyı silip süpürdüğü için su ihtiyacım var. Tranåsvägen yol ayrımına yakın bir yerde ilk kez parayla, kartsız alışveriş yapıp şaşırdım. Fotoğrafını çekmeyi unuttum ama dondurmayı yalarken ambalaj üzerindeki palyaçonun dev halini tabelaya koymuşlar. Amerikan filmlerindeki sevimli ama her an bıçakla bağırsaklarını ortaya dökebilecek potansiyeldeki kırmızı burunlu bu arkadaş gece karşıma çıksa ruhumu teslim ederim.
TURDA 344. KM 🏴
Gölün yamacındayım ve yine klasik bilgilendirme levhaları ayaklı panolara asılmış. Bu vesileyle bir ufak hatırlatmada bulunayım. Bilgilendirme görsellerinin fotoğrafını mutlaka çekiyorum. Gün gelir lazım olur. Yani sırf şu tabelaya bakıp Vättern Gölü hakkında bilgi edinilebilir.
Levhada gölün gerçek sahiplerini görebilirsiniz. Botanik bilgim yerlerde sürünse de su ürünleri ile aram iyidir.
Ve Gränna'ya girişi yaptım. GoPro'yu üşengeçliğimden kafama takmamakla çok büyük hata ettiğimi düşünüyorum. Eurosport izliyorsanız bazen peloton az kişinin yaşadığı kasabalarının içinden geçer ve bunların genelde tek bir ana caddesi olur. Ana cadde Brahegatan ve onun kıyıya doğru uzandığı yolu kesen ara sokaklar. Gränna böyle bir yerdi. İn-çık yapmamak için sahil tarafına girmedim artık. Bir önceki yazıdan içime oturan, göremediğim bir Vädstena Kalesi vardı. Gränna'yı görmeme rağmen sahiline varmadığım ve kayda almadığım için burayı da içime oturanlara ekleyebiliriz. Kırmızı beyaz bir çeşit şekeri meşhurmuş bu kasabanın. Yeşil tarlalarla göl kıyısına uzanan bir eğime sahip bir kasaba. Kasabanın çıkışında ilk ciddi molasını verdim. Molada örümcek ağlarıyla dolu eski bir banka uzanıp yine gökyüzünü izledim. Yanıma gelen tel bacaklı örümceklere yolcu olduğumu ve az sonra kalkacağımı söyledim ki başıma dert almayayım.
İsveç Bayrağı
Daha önce yazdım mı bilmiyorum ama özellikle kasabalarda, taşra kesimlerdeki evlerde İsveç bayrağı görmek mümkün. Hatta evlerin önünde minik bayrak direkleri bile mevcut. Milliyetçilik terimi yerine ülke sevgisi demek daha hoşuma gidiyor ve ülkelerini gerçekten seviyorlar bu insanlar. Kasaba çıkışındaki evlerde yine görünce buraya da yazmak istedim. İsveç bayrağının anlamı nedir diye bana sorsalar "Sarı saçlarından sen suçlusun" diye başlayıp mavi gökyüzüne bakarak bitiririm. Kral 9. Erik de benim gibi sallamış biraz. 12. yüzyılın ortalarında bir gün evde canı sıkılıp "Bugün ne yapsam da ortalığı karıştırsam acaba?" diyerek Finlandiya topraklarına hristiyanlığı yaymak için saldırıyor sevgili kralımız. Savaş nedir pek bilmeyen Finlere haçlı seferi düzenliyor. "Gidip insan gibi konuşup yapsana misyonerliğini" derdim ama o zaman beni dinleyeceğini sanmıyorum. Kral adam sonuçta. Fin topraklarına varır varmaz mavi gökyüzünde altın sarısı bir haç görüyor. Savaşı da kazanıyor. Bu resim zihnine kazınınca zaferin bir işareti olarak düşünüyor. Böylece İsveç bayrağı ortaya çıkıyor. 19. yüzyıl başlarına kadar da Fin toprakları İsveç Krallığı'na ait oluyor.
Türk bayrağı kadar epik bir hikayesi olmasa da yine de epik kategorisine alabiliriz. Yani Türk bayrağındaki din+savaş hikayesinin bir çeşidi İsveç bayrağında da var. Bizim bayrağın rengi al'dır ve dışarda "Turkey Red" isimiyle bilinir. Avrupalılar Osmanlı'dan ithal ettiği kırmızı kumaştaki renge "Türk kırmızısı" demişler ve o yüzden Turkey Red ortaya çıkmış. Osmanlı'da bayrak kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte bayrakta da bu renk kullanılmaya başlanmıştır. Ben bu bilgiyi ilk yazdığımda Federaller Wikipedia'yı sansürlüyordu ama şu an ulaşabiliyoruz allahtan. Turkey Red diye gugıllayınız. Bu dediğim hikaye mantığa daha yakın. Bizim bayrağın sallamasyon hikayesini anlatmak gerekirse; 1448'deki Kosova Savaşı'ndan bir sonraki gece kan gölünün üzerinde oluşan hilal ve yıldızın yansıması diye bir olaydan bahsediliyor. Böyle bir şey yok. Çünkü o gün ay, yeni ay evresinde olup herhangi bir şekilde gökyüzünde görülmüyormuş. Ama inanmak isteyen inanabilir çünkü insan inanmak istediğini duymak ister. Mutlu olmanın kolay yolu budur. Milliyetçilik değerlerim yüksektir ama yalana dayanıyorum.
Kopenhag Havalimanı'ndan dönerken bir restoranda gördüğüm kuzey ülkelerinin bayrakları geldi aklıma. Sayalım: Danimarka, Norveç, İsveç, Faroe Adaları, İzlanda, Finlandiya. Bu ülkelerin hepsinde haç sembolü var birbirleriyle olan bağlılığını gösteriyor. "Komşunla iyi geçineceksin" deyimi sadece lafta ya da halk arasında kalmıyor. Aynı zamanda ülke yönetimi seviyesinde de bu realite var. Finlandiya İskandinav değil arkadaşlar. Bu bilgiyi 10 kişiden 9'u yanlış biliyor. Ortamlarda kullanırsınız diye yazdım. Bilgili birisi tarafından cahil damgası yememek için için Kuzey Avrupa deyip sıyrılın aradan. Ben yine başka şeylere girdim. Bisiklete dönelim.
TURDA 370. KM 🏴
Eee işte kraldı, bayraktı derken böyle derken konuyu unutursun. Yazmakla sürmek arasında pek bir fark yok. İkisi de uzun, ikisinde de ara ara bilmediğin sokaklara girince tekrar ana yola dönmekte zorlanıyorsun. "Yaa Pelin kardeş çok rahat konuşuyordun" diyeceksiniz. Bir kahve yapıp geliyorum.☕
Gränna diyordum, Gränna'dan çıktım artık. Jönköpingsvägen'e girişi yaptım. Bir yandan da Polar'a göz atıyorum. Önümdeki 240x320 piksellik ekranda düz ve uzun bir yol görüyorum. Böyle olunca hiç durmadan Ölmstad'a kadar devam ettim. Ölmstad'ın hemen geçince malum ihtiyacı gidermek için Krysset Lanthandel adlı mekanda mola verdim. Doğal ürünlerin bulunduğu bir market burası. Benim doğal ihtiyacım farklı tabii. Markete gidip tuvalet sordum. 25 yaşlarında kasada görevli arkadaş "yok" deyince dondurma alayım diye dışardaki dolaba yönelirken vicdan yapmış olsa gerek "gel gel" yaptı eliyle ve markette gitmem gereken yeri işaret etti. Yalnız marketin içerisinden bir evin içerisine girdim sanırım. Sanırım değil, bildiğin ev. Yan taraf salon ve televizyonun sesi geliyor. Market tuvaleti olmadığı belli. Zaten tuvalet değil yahu. Ufak bir duşakabin var. Banyo burası. Çamaşırlar, diş fırçası, plastik top falan ahaha. Neyse bir an önce işimi halledip marketin daha doğrusu evin tuvaletinden kimseye görünmeden çıkmayı başardım. İnsan kendi evinin tuvaletinde tanımadığı birisini görmek istemez herhalde. Kapıyı çalsa ne derdim acaba? "-Doluuuuu!!!" ahahaha... Teşekkür edip dondurma dolabına yöneldim. Dondurma almak tuvaleti kullanma bedeli gibi oldu biraz. :) Kasaya ödemeyi yapıp dışarı çıktım ve verandadaki sandalyelere oturdum. 4-5 çocuk, 2 kadın, 1 köpek de yan tarafımda. Çocuklardan ikisi 3 yaşında var yok. Her ikisi de dondurmayı anasından bağımsız yiyebiliyor.
Yola devam ederken yavaştan yükseldiğimi fark ettim. Hem irtifa hem de performans anlamında. Yalancı yokuş deniyor buna. Polar'da ilk kez 200 metreleri görünce şaşırdım açıkçası. Şöyle sağlam bir tırmanış olsa ne güzel olur aslında. Rakım yükselince bitki örtüsü de haliyle değişiyor. İsveç gibi düz bir ülkede bu çok daha belirgin bir durum. "Oh ne güzel ormanın içinden akar giderim" diye düşünsem de eğimin azalmasıyla beraber yeniden inişe geçtim. Skärstad'a ulaştıktan sonra baktım ki güzel bir bisiklet yolu var. Geçtim yan tarafa, trafikten uzak sürmeye devam ettim. Tekrar merhaba 100 metreler. Tur bitene kadar senden kaçış yok. Girdiğim şehirlerde sürekli bisiklet yolundan gitmek istemedim. Bunun sebebi bana zaman kaybettirecek olması. Ama araç yolundaki gibi güzel asfalt varsa bildiğiniz üzere bisiklet yolunu tercih ettim. Bazı bisiklet yollarının araç yolundan daha iyi olduğunu da söylemem gerek. Kesinlikle seçim öncesi oy kazanmak gibi bir mantıkla yapılmamış 😁
Takiben Kaxholmen'e ulaştım. Parmaklarımın uyuşukluğuna rağmen iyi geldim diyebilirim. Hatta biraz erken geldiğimi görünce hem yolu uzatayım, hem de Landsjön Gölü kıyısından yeniden Vättern Gölü kıyısına çıkayım diyerek batıya yani Kaxholmen'in içine yöneldim.
Kaxholmen'in bitiminde Vista Kulle'nin yamacına yanaştım. Üst tarafımda Vista Kulle'ye yürüyerek tırmanabileceğiniz bir köprü var. Vättern ve Landsjön gölleri yukarıya çıkınca tepsi gibi dümdüz görünüyor. Vista Kulle, elf yapımı bir çardak kadar güzel. Yani öğleden sonra şuraya tırmanıp gün batımında Empyrium'dan Dying Brokenhearted dinleseniz ruhunuz bedeninizden çıkıp Vättern Gölü'nün sularında kaybolur. Öyle acayip bir manzarası var. Ben tepeye tırmanmadım. Usul usul ilerledim şu acayip, insanı içine çeken yolda. Bisiklet sürmekten en keyif aldığım yerlerden birisi olduğunu söylemeliyim.
Motala, Vadstena, Ödeshög, Gränna ve biraz sonra yoluna gireceğim Huskvarna derken, İsveç'in en büyük 2. gölü olan Vättern Gölü çevresinin yarısını dolaşmış olacağım. İşin bu kısmını hiç düşünmemiştim ama haritadan yaptığım rotaya bakınca anladım. Darısı göllerin babası Vänern'in başına diyelim. Gisebo'ya kadar eğimin de azalmasıyla beraber sakince sürdüm.
TURDA 385. KM 🏴
Ve Jönköping ufukta göründü. Dediğim gibi Erken geldim. Artık oturup insan gibi hamburger haricinde bir şeyler yemem gerektiğini biliyorum.
Huskvarna'ya girişi yaptım ve sol taraftaki benzinliği gördüm. Preem adındaki bu benzinliğin merkezi Stockholm'de ve Tüm İsveç'i parsellemiş durumda. Haydi bakalım giriyoruz ama o da ne? Yaşlı bir amcamız bisikletinin ayaklığını indirip yolun kenarına bıraktı (bana göre ortası) ve ellerini açarak koşup önümü kesti. Haydaaa... Abi şu ülkede normal bir şekilde iletişim kuramayacak mıyım ben? Yani mesela bir kafede otursam da birisi yanıma gelip "Ee nasılsıl kral, nerden geldin, nereye gidiyosun anlat bakalım?" dese, boş boş konuşup sıkılıp ayrılsak olmaz mı? Hep böyle atraksiyonlu mu olacak bu konuşma mevzusu? Tamam zaten Stockholm haricinde metrekareye düşen kişi sayısı bir insanın serçe parmağı kadar. Ve hazırsanız süpriz :) Amcamız dilsiz çıktı. İlk başta "Helal olsun yürü be koçum"cular familyasındandır herhalde diye düşünürken bisiklet üstü 15 dakika kadar muhabbet ettik. Anlamaya ve anlatmaya çalıştığımız şeylerin süresini 5 ile çarpın. Ne konuştuğumuzu da tam hatırlamıyorum ama sıkılmadım vallahi. Bir gülme aldı anlamsız şekilde. Hem beni fotoğrafladı, hem selfie çekti. 15 dakikalık sürede diyalog aşağı yukarı şöyle oldu:
+ Oraya mı gidiyon?
- He oraya gidiyom.
+ O tarafa mı?
- He o tarafa.
+ Bu yandan mı?
- Bu yandan aynen.
Böyle böyle devam ettik. Dilsiz adama İngilizce bir şeyler anlatmaya çalışmak benim için çok zor değil ama anlamak çok zor. Yani kulaklar da çok zor işitiyor anladığım kadarı ile. Duysun diye bağırarak konuşmaya çalışıyorum, bir yandan da "Ne baarıyo bu?" demesin istiyorum. İstanbul'dan geldiğimi falan söyledim. Kelimeyi yakalayınca o da başlattı bir şeyler anlatmaya. İşaret diliyle karışık anlayabildiğim 20 yıl önce İstanbul'a gelmiş, görmüş. Susmaya niyeti yok. Ben de engellemedim zaten. Ulan sempatik adam bir de :) Bisikleti rüzgardan düşünce bisikletimi duvara yaslayıp onun bisikleti kaldırdım. Yoldan geçen birkaç kişi de olay olduğunu sanıp bize bakıyor. Gerçi ülkenin %95'i bir olay olsa topuklayıp kaçar. Neyse sarıldık, vedalaştık. İsmimi falan not aldı ne yapacaksa. Umarım yaşayacak daha uzun yılların vardır Mr. Amcasson. Haydi sağlıcakla diyerek 10 metre önümdeki benzin istasyonunun kapısına dayandım. Açım aç. Bu arada biraz daha iyiyim sanki. Parmaklarım iyice uyuştu ama mentali ve biraz da olsun sağlığımı toparladım gibi.
Bisikleti görebileceğim bir yere park edip içeri girdim. Genelde mekanın dışından gözüme kestirdiğim masalardan birisine oturuyorum. Atı bağlayıp öyle bırakmak yok yani. Kask, gözlük, eldiven kombinimi çıkarıp kapıyı açtım, merabamı verip kafayı kaldırdım ve menülere baktım her zamanki gibi. Salata yine yok. Baş parmaklarınız ve orta parmaklarınızdan daire yapın şimdi. İşte onun az büyüğü boyutunda minik pizzalar var. Tepedeki yanarlı tabelada "Menu 3 Pizza 20 kr" yazısını görmekle beraber ucuz olduğunu düşünüp kasaya işaret ederek şu 3 pizzalı olandan istiyorum dedim. "Really?" dedi. Tabii ki really bro. "Yoldan geldim, yerim ben sen getir". Neyse bu arkadaş vakumlanmış pizzaları aldı, poşetlerini açıp fırına attı. Ben de cam kenarına oturup şarjları taktım, bağlandım wirelessa Facebook'ta kim çocuğuna babyshower yaparak prim yapmış, Instagram'da kim kredi borcu ödemekten götünde donu yokken sevgilisine methiyeler düzmüş onlara baktım. (O zaman konsept öyleydi). Ya dedim bu yalanlar susuz gitmiyor, bari menüdeki meşrubatı alayım da öyle kurcalayayım diyerek ismi "son"la biten İzlandalı genç forvet görünümlü kasiyer arkadaşın yanına gittim. Hadi dedim gelmişken hesabı da ödeyeyim çıksın aradan. Baktım bu bizim esnaflar gibi aldı hesap makinesini, çıkırık çukuruk tuşlara basıyor. "N'apıyorsun İsveçli gardaşım, arkadaşım, yoldaşım?" 60 kron hesap çıkarıp pos makinesini önüme uzattı. "Haydaaa 3 pizza 20 kron yazıyor ama" dedim. Durumu anlattı. Oradaki "3" menü numarası imiş. Yani Menü 3'deki pizza ve içecek toplam 20 kron anlamında. Jeton düştü. Fontları da, rengi de aynı olunca karışıklığa neden oluyor haliyle. Beni punduna getiren amcanın da etkisi var. Yordun beni dilsiz kral. Madem pizzalar fırında, ben en iyisi hepsinin ücretini ödeyip alayım istedim. Akşam yerim artık. Eleman "Tamam hiç sorun değil" diyerek pizza tercihimi sordu. Ben de dönerliyi gösterdim. Tek pizzalı menüyü koydu önüme. Diğer pizzalar da poşetinden çıktığına göre kendisi bir çaresini bulur. Neyşe işte olay yanlış anlamadan kaynaklansa da "Lan şimdi adama da ayıp oldu" diye düşünerek yine saçma sapan bir şeyler aldım çıkarken. Pizzanın tadı da nanay bu arada. Memleketi bulaştırmasaydım keşke pizza tercih ederken. İsveç'te dönerli pizza senin neyine. Yine yağı basmışlar.
Yemek yerken bir yandan da kalacak yer bakmaya karar verdim. İsveç'in her yerinde olduğu gibi burada da haritayı açınca ortalık yemyeşil. Hiç fikrin yoksa bulduğun çimene çadırı kurup merinos gibi yayıl. Şu memlekette koyun olmak isterim. Bizdeki koyunlardan değil ama "4 ayaklı". Couchsurfing'e bakıp sanırım bi 40-50 kişiye yazdım. O yarım saat içinde bir cevap gelmeyince -ki normal olan da o- Booking'den ucuz yer bulabilir miyim diye düşündüm. 5 gündür bisikletin üzerindeyim ve yumuşak yatak derdinde de değilim ama güzel bir duş yapsam iyi olacak artık. Motala Ström'ün berrak sularında çimme imkanı bulmama rağmen bu fasiliteyi gerçekleştirmediğim için daha insani yollarla temizlenmem lazım. Ama ucuz yer yoksa o kadar para vermem. Islak mendillerle dağın başında nasıl temizlik yapıldığını benden daha iyi tecrübe eden birisi olduğunu sanmıyorum. Neyse terdir kokar, temizlersin geçer.
Booking'de diğerlerine göre biraz şehir dışında olsa da güzel bir hostel gözüme çarptı. İsmi "Huset mitt i byn". Ben bu ismini her seferinde unuttuğum hosteli tur anılarımda "Hüsamettinde kaldım" şeklinde anlatabiliyorum en fazla. Anlamı İsveç dilinde tam olarak "Köyün ortasındaki ev" olarak geçiyor. Biraz uzak sayılabilir. "Hmm zaten köy dediğin uzak olur" mantığıyla düşündüm. 25 km var benzinlik ile hostel arasında. Hostel dediğime bakmayın, öyle yazıyor ama bildiğin bir ailenin kalabileceği butik bir kasaba evi burası. Jönköping'in girişindeyim ve tahminen 1 saatten biraz fazla sürede hostelde olacağımı düşünüyorum. "Köyün ortasındaki ev" o zamanın Türk Lirası ile 120 TL'ye denk geliyor. İsveç şartlarına göre ucuz, tur bisikletçisi şartlarına göre pahalı olsa da tur boyunca bütçeyi oldukça alt limitlerde tuttuğumu söylemeliyim. Kısıtlı para harcama seansından çıkıp kendimi şımartmak için Linköping'den sonra bir diğer fırsat bu olabilir. Hostele rezervasyonu yaptım, karnımı doyurdum ve kasadaki arkadaşla vedalaştık. Bu arada tekrar baktığımda tek gecelik fiyat "Tek kişi için" 2019'da 48 Euro yani 293 TL, 2024'te 43 Euro yani 1480 TL olduğunu gördüm. Türk Lirası bazındaki artışa bakarsak İsveç de bizi kıskanıyor olabilir. Dışarı çıkıp navigasyondan hostelin rotasını ayarladım, bisiklete atladım ve köyün ortasındaki evin yolunu tuttum. Böylelikle tüm gün yaptığım güneye sürme durumuna devam ettim. Huskvarna'dan ayrıldıktan sonra her iki tarafında güzel evlerin bulunduğu hafif tırmanışlı yolu görünce bir anda keyfim daha da arttı. Gerçi o gün zaten keyifliydim ama İsveç'te bir yerlere tırmanmanın mümkün olduğunu görmek enerjimi yüksetti. 250 metrelerde kısa bir tırmanış olsa bile beni mutlu etti.
Merhaba Burcu
Mahalle bitti ve orman başladı. Rogbergavägen üzerindeyim. Bu sefer oldukça sık orman. Yola bakınca kısa-uzun "S" görebiliyorsunuz. Araba reklamı çekmelik yolların aynısından. Yolun bitiminde otobanımsı bir yolla birleşen bir kavşak daha var uzaktan görebildiğim kadarı ile. 200-300 metre ilerde ise dağ bisikleti süren bir kızı farkettim. Bir süre kızın otobana çıkmayacağını bildiğim ve tabii ki yolumun üzerinde onu takip ettim. İyi de sürüyor. Arkasından yetiştim ve "Merhaba Burcu, nasılsın?" dedim. Burcu da bana "Mrb iim cnm sen?" dedi. At çiftlikleri varmış bu ablamızın. Babasının yanına gidiyormuş. Bir süre beraber sürerek lafladık. Yol ayrımına geldiğimizde "Ben ayrılmak istiyorum Altan" dedi. Gözlerimden bir damla yaş akarken her şey buraya kadarmış diyen "Eleman" gibiydim. 😂 İlişkimizi bitirip kaderimin yazıldığı yollara sürdüm. O sağa dönüp yemyeşil otların arasından, ayaklarını vurdukça sarı tozları havalandıran beyaz yeleli atlarına küp şeker vermeye giderken gün batımında, ben ise kendi yoluma devam ettim uçsuz bucaksız Jönköping yollarında. Buradan genç turculara tavsiyem "Beni örnek almayın" olacak. Çünkü salak gibi yol ayrımından sonra 2 km boşuna sürmüşüm. Geri döndüm ve çiftlik yoluna girdim Burcu'nun girdiği gibi. Ve Rogbergasjön'ün kıyısından hostelime doğru devam ettim.
"Rogbergavagebilmemne falan ne diyosun abi sen?" dediğinizi duyar gibiyim. Böyle uzun uzun kelimeler evet var ama girince alışıyorsun. Ücretsiz İsveççe kursu veriyorum bak aşağıda
Basitçe anlatmak gerekirse bazı özel adların sonuna bazı ekler getirerek bazı işler çözülüyor. Kelime sonuna ekler gelse de İsveççe sondan eklemeli (Türkçe, Fince gibi) dillerden değil.
Rogbergavägen: Rogberga Yolu
Rogbergasjön: Rogberga Gölü
Rogbergasjö: Yerleşim Yeri
Rogbergagatan: Rogberga Sokağı
Rogbergaskolan: Rogberga Okulu
Rogbergagärden: Rogberga Bahçesi
Rogbergaparken: Rogberga Parkı
Yukarda açıklamasını yaptık ama şimdi de cümle içinde kullanıp pekiştirelim. Ormandır, göldür izleye izleye Lovsjövägen'e (Lovsjö Yolu) çıktım ve sağıma Odensjö'yü (Yerleşim Yeri), soluma da Barnarpssjön'ü (Barnarp Gölü) alarak artık hostele yaklaştığımı hissettim.
Barnarp'ın da içinden geçtikten sonra etrafa bakınıp otele ya da hostele benzeyen bir yerler görebilmek adına iyice yavaşladım. Daha önce de belirttim. İsveç'te tabelaları görebilmeniz için elf gözlerine sahip olmanız gerekiyor. Navigasyon olmasa kesinlikle basıp geçerdim hostelin önünden. Geldiğimde dahi gerçekten aradığım yerin burası olup olmadığı konusunda tereddüte düştüm. Hostelin karşısındaki terk edilmiş, amerikanvari retro benzinliği de görünce artık emin oldum.
TURDA 410. KM 🏴
Ve Köyün Ortasındaki Ev'deyim. Nam-ı diğer "Huset Mitt I Byn".
Ana binayı şöyle bir dönüp bisikleti park ettim. Öncelikle kafanızdaki sıkış tepiş yataklarla döşenmiş, asker yatakhanesinden hallice hostel görüntüsünü unutun. Burası bir ana bina ve bir müstakil binadan oluşuyor fakat ana binayı konaklama açısından hesaba katmıyoruz çünkü orada hostelin sahipleri kalıyor. Etrafa bakınmaya başladım, ortalıkta kimse yok. Hem ufak yerin, hem de ana binanın zilini çaldım, bu sefer de açan yok. Ellerimi göğe açıp bu güzel günde bir aksilik çıkmamasını dilerken kapının kolunu indirip ana binaya girdim. Tanımadığım birilerinin evine sıçtıktan sonra benim için çok da sorun değil. Bina derken bildiğin iki katlı ev burası. İçerde "Haayyy, enibadi hiiıırr" diye bağırarak ev sahibinin ilgisini çekmeye çalıştım. Tahta merdivenlerden üst kata çıktım. Sadece kendi ayak seslerimi duyuyorum. Zaten güneş battı batıyor. Ev karanlık. Şöminenin önünde iskemleye oturmuş biriyle karşılaşmam ve topuklayıp kaçmam zincirin tamamlanması için yeterli. İş oralara doğru gidiyor. Orada da bir iki seslendikten sonra Andrea çıkageldi. Hele şükür insan görebildim. "Ben Booking'den rezervasyon bla bla..." dedikten sonra "Evet kaydınız gözüküyor" dedi. Andrea'ya çok yorgun olduğumdan bahsettim. Andrea da bana "Sen kendine bir içki koy, üzerime hafif bir şeyler alıp geli..." pardon baştan alıyorum. Andrea da bana "Önce mangırları görelim" dedi. İsveç böyle gençler. Önce fiş, sonra alışveriş. Yani aslında tam benim kafa. "Şu aşamayı geçelim, herkes işine baksın" mantığı. Ödemeyi yapmak için kartı çıkardım ama slip okumuyor. Yine klasik sorun. Bilsem sırf şu problemi aşmak için turdan önce çipli kart çıkartırdım ya... Hesap kartıyla aciz duruma düşüp paramızla rezil oluyoruz. Bir kısmını euro bir kısmını da kron olarak ödedim ve kron olarak para üstünü aldım. Ödeshög'de bankamatikten çektiğim para işte şimdi işe yaradı. Katı kurallar ülkesinde büyük bir sorunu atlattım diyebilirim. Yoksa eminim ki sokmaz beni o eve. Zora düşmüş bir insanın ruh hali kimseyi ilgilendirmiyor burada. Yardım etmek biz Türklere has bir özellik.
Kalbimin çiçeği parayı cukkalayınca yüzü gülmeye başladı. O ana kadarki somurtkan tavrı yok oldu. Dağın başındaki hostele benden başka kimse gitmeyeceğinden resmi tatil ilan edebilirler artık o günü. Keşke terk etmeden önce duvara "Altan buradaydı" yazsaydım. Çenesi de açıldı. Müzik duyan muhabbet kuşu gibi konuşmaya başladı Andrea. Tabii ben tur yaparken bizde o aralar bombadır, terördür derken güzel ülke karışmış vaziyette idi. Bu abla da ülkenin başındaki malum zatın ismini söyleyerek başladı saydırmaya. Ben de ne dediyse "he he" diye onayladım. "Siz yanlış biliyonuz, her şey yolunda" mı diyeyim? Konuyu uzatmadım. Böyle durumları biz ülke olarak kendi içimizde çözelim mümkünse. Avrupa'nın faşizan tavrı ile Arap ülkelerinin öven tarzı arasında pek bir fark göremiyorum. Her ikisi de beni rahatsız ediyor ve bu konularo konuşmaktan nefret ediyorum.
Yorgun olup dinleneceğimi söyledikten sonra konuyu kapattık. "Gel sana banyoyu göstereyim" dedi. "N'oluyo lan, ne banyosu?" derken banyonun ana binada olduğunu anladım. Haydaaaa banyo yapmak için buraya mı geliyoruz? "Tamam ben şu eşyaları kalacağım yere atayım, sonra gelirim" diyerek malikhaneme çekildim.
Gecekonduma girer girmez gözüme duvarda yazılı olan kurallar ilişti. Çeviriyorum;
Ev kuralları
Burası her ne kadar ufak çaplı bir ev olsa da hostel standartları geçerlidir.
Ayrılırken:
- Oda, mutfak ve salona bal dök yala.
- Tenceredir, tavadır ayna gibi parlat.
- Lavabo, masa cillop gibi bırak.
Biz İsveçliler artıklarımızı geri dönüşüme gönderiyoruz. Geri dönüşüm kutusu lavabonun altında. Respect falan diye emir kipi var. Burayı yazmayayım en iyisi.
Bulduğun gibi bırak.
Saygılarımla
Adolf Hitler (İmza eksik kalmış, ben ekledim)
Duş yapmak için akşam 18-21 arası bize gel.
Ana binaya gel, sola dön, yukarı çık falan filan.
Henüz tam hava kararmamışken evdeki işlerimi halledip "komşu"ya duş yapmaya gittim. Sanırsın yaz vakti havlu terlik plaja gidiyorum. "Abla ben geldim bak, banyoya giriyorum" diye de uyardım baştan. Başka bir ailenin banyosunda duş alıyorum. Birilerinin tuvaletine giriyorum falan. Ne güzel bir gün...
Duştan hafifleyip çıktıktan sonra kahvaltı saatini sordum. Kahvaltıyı işaretlemediğimi ve bu durumda bana kahvaltı veremeyeceğini söyledi. "E tamam şimdi belirtiyorum o zaman" dedim. Daha önce haber vermem gerekiyormuş. Abi şimdi sinirimi bozmak istemiyorum ama böyle memleket gezmeleri yaparken bazı durumlarda ülkemi yermekten kaçınmayan bir insan olarak bu konuda zerre laf söyletmem. Bizde ne olursa olsun aç adam gönderilmez. Kuralmış. Yesinler kuralınızı. Kuru ekmek, peynir bir de sallama çay yap gönder işte ya. Hiç mi aç kalmadınız? Etrafta markete benzer bir şey yok. Bisikletimi sürüp duşumu almışım ama söz konusu açlık olunca yer yurt bilsem çıkıp bir şeyler alacağım. Tam merdivenlerden inmişken tekrar yukarı çıktım ve o sihirli soruyu sordum. "Bira var mı?" İşte o an her şey değişti. Dolaptan buz gibi 4 bira kaptım. Hostel ücretinden artanları çıkarıp "Al dedim şunlar da biraların parası" ve sonrasında tekrar tek odalı binama, huzur evime çekildim. Biraları Systembolaget fiyatından verdiği için müteşekkirim. Benim evin mutfağında bulunan elmaların hepsini de yedim. Birkaç da meyve çayı vardı. Onları da içtim. Baktım çantada bir tane çikolata kalmış, onu da hallettim. Akşam yemeğini erken saatlerde halledip karnım tok, sırtım pek bir şekilde inzivaya çekildim. Evin konforu ve biralar beni iyi hissettirdi.
Öncelikle Åbro Bryggeri Pale Ale'i açtım. Sonra da Ølfabrikken Pale Ale. Ale favori biramdır. Artık internete bağlanıp keyifli bir şekilde yayılmanın vakti geldi. Modem de banyo gibi ana binada olduğu için bağlantı biraz sıkıntılı. Ne mi yaptım? Masayı, sandalyeyi alıp kapının eşiğine dayadım. Yani yaklaşabildiğim maksimum yere kadar. Kapı çalsa "Ablam bi saniye" deyip bir dakikada kapıyı açabilirim. Yattığım yerden keyif yaparak internete girmek varken tahta sandalye üzerinde eciş bücüş bir şekilde telefon kurcalamak çok sinir bozucu.
Masa ve sandalyeyi tekrar yerine alıp son biramı da fotoğraftaki huzur ortamında içip uyuşan parmaklarımı kremledim. Parmaklar iyice hissizleşmiş. Son birayı "Mariestads Export" çok beğendim. Yavaştan yarınki planımı da yapıp yattım, uyudum. Yarın sürekli bir yerlere yetişeceğim karışık bir gün olacak. İsveç'ın batı kıyısına, Danimarka'nın karşısına dikilmek için tren macerasına hazır olmam lazım.
Uyku vakti.