Çadırın üzerine düşen güneşin en güzel alarm olduğu İskandinavya'dan sevgiler, saygılar efenim. Geceye dair notlarla başlayalım. Yatmaya yakın Motala Ström'ün zehirli sularından içme şerefine nail olduğum için tüm gece boş mideyle kıvranarak uyudum. Her şeyi çıkarıp mide çeperimde zerre besin tanesi kalmayınca biraz olsun rahatladım. Fakat huzursuzluk ve ağızda oluşan tatsızlık hissi kalktığım gibi vücut fonksiyonlarımı yavaşlamaya yetti. Zaten halsizlik ve burun akıntısı tüm hızıyla devam ediyor. Yani kısacası iyi değilim. Ne çadırı toplamak ne de yola çıkmak istemiyorum. Sadece sürmeye başlayınca çoğu problemi geçici olarak unutacağımı biliyorum. Güzel olan tek şey doğada uyanmak. Nefes aldığımda oksijenin vücudumdaki tüm organlara ulaştığını belirtmem lazım. Standart bir İstanbul insanınını burada 24 saat beklettikten sonra oksijenden nasıl kafasının güzel olacağını izlemek bu coğrafyaya yakışan en güzel etkinlik olurdu.
Susuzluğun enerji kaybına yol açtığı malumunuz. Çok da aramadığım ama artık içmem gerektiğini düşündüğüm çayı demleyerek bu duruma son vermek istiyorum. Yolun ilk çayı olacak. Suyum yok. O garip suyu tekrar içebilmek için fokur fokur kaynatmaktan başka bir seçeneğim yok. Aslında tadı kötü değil fakat şişe suya alışmış bünye kabul etmiyor.
Çantamdaki muzu kapıp dün akşam kıyısından gördüğüm güzelliğin içerisine tekrar yürüyorum. Kenarında dev sivrisineklerin zıpladığı doğa harikası Motala Ström. Böyle deredir, göldür falan girmeyi hiç sevmem ama suya atlayasım gelmedi değil. Suya değil seyre daldım. Bir deniz insanı olarak tatlı su beni tedirgin ediyor. Uykuyu terk etmiş bedenimden sonra zihnimi imkanlar dahilinde toparlamaya çalıştım.
Yatay ışığın güzel olduğu saatlerde fotoğraf çekmek zevkli uğraş. Dünyayı olduğundan daha iyi gösteren bu zamanı kaçırsam da en azından birkaç yansımayı yakalayabileceğim ters ışığı bulduğuma sevindim. Çok da özenerek çektiğim fotoğraflar değil açıkçası. Bolca çekip aralarından seçiyorum herkesin yaptığı gibi. Yazılı olmayan kuralları var fotoğrafın. Güzel fotoğraf çekmenin ilk şartı fotoğrafı okuyabilmek. Okuyabilmenin ilk şartı da bolca fotoğraf çekmek, çokca izlemek ve az beğenmek. Bir insan her şeyi beğenerek kendini nasıl geliştirebilir ki? Ben bile yazdıklarımı okuduğumda "Öff bok gibi olmuş" diyerek düzenleyen birisiyim. Muhtemelen bu yazıyı da ilerde düzenlerim Ama bu paragraf kalır :) Normal insan konu ne olursa olsun başarılı olamaz. İnsan dediğimiz ırkın kendini bir üst seviyeye taşıyabilmesi için "bir tık" üstünü düşünmesi lazım.
Baştan spoiler vereyim, sıkılacağını ya da rahatsız olacağını hissedenler bu kısmı atlayıp "Bozuk Kartuş" başlığından devam edebilir. Bugünkü basık hava zihnimi bulandırıyor. Hep güzel şeyler konuşmak yerine "Ormanlarımızı Black Metalcilerden Kurtaralım" pankartının çok yakışacağı Motala il sınırları içerisindeki insanın ruh halini şekilden şekile sokan bu yerde turu bırakıp işin biraz karanlık tarafına değineceğim. Yani şöyle anlatmak çok sıkıcı: "Bisiklete atladım, durdum, bir şeyler içtim, tekrar sürdüm." Arada fikirlerimi buraya dökebilirim. Bunun nedeni sayfanın bana ait olması değil ama aynı zamanda sayfanın bana ait olması :)
Beğenme ya da beğenilme konusunda söyleyeceklerim var. Söylemesem bile artık günümüzde insanlar hayatlarını bu kelimelere göre şekillendiriyor. Sosyal medyada, dolayısıyla sosyal yaşamda beğeni peşinde koşmanın yükü psikolojik hastalıklara yol açıyor. Kabul etmeyebilirsiniz ama her şeyi beğenmek, her şey hakkında fikriniz olmasına karşılık geliyor Böyle olunca ne oluyor? Seçicilik azalıyor. Seçici olmayan insan ise normal insan, düz insan oluyor. "Ortamdaki herkesle iyi geçinen kişi" buna tekabül ediyor. Bu tip insanlardan pek hazzetmediğimi belirtmem gerek. Radarıma girdiği anda bendeki iletişim ve saygı sekteye uğruyor. Ön yargımı yenip geri toplarlamam ise bir kıvılcım görmedikten sonra zor. Konuyu bu kadar derinleştirmek istemezdim ama en azından bu yazı dizisini buraya kadar takip etme zahmetine katlandıysan sevgili okur, bazı konularda aynı fikirde olma ihtimalimizin yüksek olduğunu tahmin ediyorum.
Düşünecek, sorgulayacak bir sürü konu oluyor yolda. Zaman zaman "olumsuz sorgulama" adını verdiğim hadiseyi çekinmeden uygularken yolda ise herhangi bir şey aklıma gelir ve "nasıl daha iyisi yapılabilir?" diye sorarım kendime. Yani olaylara pozitif bakan bir insan yerine sorgulayan ve kaynağını araştıran kişi olmayı tercih ederim. Psikoloji diye bir bilim var ve insan ilişkileri bu bilimin kalbi. Arada bisikleti ağaca yaslayıp kafanızı şişirmek için fırsat yaratacağıma şüpheniz olmasın.Bazı fikirleri içimde tutmak bana ağır yük taşıyormuşum gibi hissettiriyor. Bu websitesini kurma amaçlarımdan birisi de bu esasen. Sosyal medyada vermek istemediğim mesajı buraya kolaylıkla yazabiliyorum. İşin güzelliği ise bu tip insanlar bu kadar uzun yazıyı okuma kapasitesine sahip değiller ve yazılanlardan haberleri olmayacak. Haber olanlar anlamayacak, anlayanlar kabul etmeyecek. Zihnimdekileri dökmek için ideal bir platformdayım. Diğer turlarımda bu kadar uzun yazmayabilirim ama Stockholm'den Kopenhag'a olan yolculuğum bazı şeyleri konuşmak için fazlasıyla uygun duruyor.
Bahsettiklerim sadece sosyal çevre ve iş ortamı ile sınırlı değil. Gözlemlerimden bir diğeri de mesela son zamanlarda sıkı arkadaşlık kalibresinin ekseninden sapmaya başlaması. Bunu kendi yaşamımda deneyimlediğim gibi başka insanların arkadaşlık ilişkilerinde de görüyorum. Çok beğendiğim bir tabir olan Drama queen'in erkek versiyonu değilim. Fakat ilişkilerdeki son gelinen noktanın tek kelime ile "üzücü" olduğunu söyleyebilirim. Örnekleyerek gidelim. Narsistik davranışlarını bilmelerine rağmen bahane üreten birkaç arkadaşım ile olan iletişimimi kendileri farkında olmasa da kestim. Aslında gayet farkındalar ama bunu konuşmak ya da kabul etmek konusunda cesaret göstereceklerini düşünmüyorum. Bu cenahta yer alıp cesareti olmayanlar konuların üzerini kapatarak yaşamlarına devam etmeye çalışacaklar. Fakat bir gün pandoranın kutusunu kendileri tarafından açıldığında alacakları cevapları bulacaklar. Buna imkan tanımak için ne olduğu s*kim olduğu belli olmayan friendzone dediğimiz alanda kendilerini sessizce bekletiyorum. Kalplerin kırılması için değil, inceldiyse inceldiği yerden kopması için.
Bozuk kartuş
Neyse uzuuuun bir nefes alıp toparlanalım ve geri dönelim. Çay zamanı geldi. İstanbul'dan getirdiğim sallama çayları, Stockholm'den aldığım yeşil çakmak ve ocak kartuşunu (tüp) çıkardım. Bu tür sık kullanılan minik ıvır zıvırları parlak renkli alınca çantada arayıp bulmak kolay oluyor. "Roma'da yenilecek 5 halt" tavsiyesinden daha işe yarar bir tavsiye olarak kayıtlara geçsin. Bunu yazan da düz insan çünkü. Çakmağı sigara içmediğim için sadece ocağı yakmak için kullanıyorum. Normalde çay çok fazla tüketmem. Bisiklet sürerken sürerken tüketirim. Soda için de aynı şey geçerli. Her ikisi de o anki alışkanlıklar ile ilgili. Çakmağa bastım. Ocak yanmadı. Yansa konuyu bu kadar uzatmazdım :) Sağına soluna baktım yanlış bir şey mi yapıyorum diye. Ocağın çıkıntısı, kartuşun girintisi derken bunlar birbirine temas etmiyor. Ocakta sorun olmadığını daha önce kaçamak bir ilişki sonucu test etmiştim aslında. Onun için bu ilişkide tüm suçu kartuşa yüklüyorum. Ocağın kartuşa kavuşma şekli ise -kamp yapanlar bilirler- döndürerek oluyor. Sövlenmenin ne ocak ne de kartuş üzerinde hiçbir etkisi olmadığını anladım. Biraz daha zorlarsam ikisinden biri elimde kalacak. 10 dakika kadar uğraştıktan sonra bu kadar basit bir şeyi yanlış mı yapıyorum acaba? diye düşünmeye başladım. Birkaç kez elimdeki çakı ile kartuşun ucuna baskı uyguladım. Gaz çıkıyor ama sorun yukarıda bahsettiğim gibi. Yenilgiyi kabullenerek aldığım malzemeleri yerine koydum. Başlamadan biten ilişkinin tadı acı olsa da ten uyumu olmayan ilişki başlamadan bitsin mümkünse. Vardığım sonuç: Kartuş bozuk. Ben ilk kez ateşi bulmaya çalışan mağara adamı gibi uğraşırken yan taraftaki piknik masasına bir aile geldi ve yine bana bakmadan, konuşmadan ufak tefek atıştırmaya başladılar. Dün akşam kendimi "yok" gibi hissetmiştim ve bu his devam ediyor. Normalde ben de az konuşurum fakat hiç konuşmamak gerçekten can sıkıcı. Dönelim kartuşa. Kullanmayacağım malzemeyi tur boyunca yanımda taşımak beni delirtiyor. Bu sebeple ben de artık hiçbir işime yaramayacak, yarım kilo ağırlığında ve ebat olarak çok yer kaplayan ocak kartuşundan kurtulmaya karar verdim. Balondan kum torbasını atıp havalanma isteğim gerçeğe dönüştü. Şimdi bu zımbırtıyı gidip oradaki aileye versem olmaz. Yani çok saçma bir iş yapmış olurum. Tanımadığınız birisi yanınıza gelip "İçi gaz dolu kartuş" verse siz de almazsınız. Gaz olduğu için çöpe de atmak istemiyorum. Sessiz ve kendi dünyalarında yaşayan sevimli ailemiz selamsız sabahsız kalkıp gidince kartuştaki gazın ufak bir kısmını havaya saldım ama ne lanet bir koku anlatamam. Sonrasında nefesimi tuttukça gazı dışarı vermeye başladım. Bir yandan etrafı kolaçan ederken bir yandan gazı boşaltmakla meşgulüm. Motala Belediyesi'ne ait itfaiye araçları harekete geçmiş bile olabilir.😁Hastalık ve içtiğim su henüz beni öldüremedi ama gaz nedeniyle öksürmeye biraz daha devam edersem hedefime ulaşmış olacağım. Piknik masasının oturma yerine unutulmuş süsü vererek bırakmaya karar verdim. Yemin ediyorum üstümden ağırlık kalktı. Bulan birisi "Aaa iyi lan, biz bunu kullanırız" der umarım. Demezse de bir yolunu bulsun. Hepiniz mühendis, okumuş adamlarsınız bizim gözümüzde. Bulursunuz bir yolunu. Çay umrumda değil artık ama cidden suya ihtiyacım var. Gece aksilik, sabah aksilik ama yine de sabahıma neşe katan bu saçmalık yüzünden yüzüm istemsizce gülüyor.
Biraz daha uyuşukluk yaparsam piknik masaları için gelen geçenden bilet kesmeye başlayacağım. Ve bisiklete atladım. İlk pedalı çevimekle beraber 20 km sonra kendimce gözümde büyüttüğüm Motala'ya ulaştım. Yol çok tatlı geldi. Hava oldukça yumuşak.
TURDA 267. KM 🏴
Borensberg'in batısındaki Boren Gölü'nün kuzeyinden dolaşıp Motala'nın girişindeki Liverpool'da molayı verdim. Neden Liverpool dedikleri hakkında herhangi bir fikrim yok. İnternette de bulamadım ama adı Liverpool. Kentin bir bölgesine verilen ad. Tek benzerlik her ikisi de liman kenti olabilir diye sallıyorum, tutarsa... Hava da aynı benim gibi sıkıntılı ve biraz nemli. Belli belirsiz bulut birikintileri gökyüzünde dolaşıyor.
Çimlere yatıp 5 dakikalık moladan sonra Motala'ya girişimi yapmak için yola düştüm. Bu arada hemen yanımdaki kapalı spor salonundan 9-10 yaşında çocuklar çıkmaya başladı. Yarısı servisle, yarısı da bisikletlerine atlayıp antrenman sonrası dağıldılar. Biraz bakıp iç geçirdim nedense. Evvet Motala kavuştuk nihayet. Şehrin içine girince bisiklet yolunda sürmeye karar verdim. Şehir merkezine yaklaşınca da GPS cihazı yerine içgüdü kullanaraktan marinaya doğru gidonu çevirdim. Su akar yolunu bulur sözüne ithafen Motala Ström'ü takip ediyorum. Motala Ström'ün çıkışında yani nehrin gölden ayrıldığı kaynağındayım. Bisikleti yine bir piknik masasına dayadım. Yan taraftaki bankta iki adam bira içiyor. Göz teması yakalayınca selam vememek kaçınılmaz oldu. Bu kadar basit bir şeyi yazmamın tek nedeni birilerinin beni fark etmesi. 😂 Manzarayı izlemeye koyuldum. Bir yandan da fotoğraf çekiyorum. İki arkadaştan bir tanesi ayrılıp kıyıya gitti ve suya doğru dönüp şorrrr... Aferin yaa. Onca zamandan sonra bir kişiye selam vereyim dedim o da kalkıp göle işedi. Kadraja gireceğini anladığım anda telefonu yatay eksende çevirdim ve hiçbir şey yaşanmamış gibi dağı taşı çekmeye başladım. Ayrıca ben bu kaynaktan gelen sudan zehirlenmiştim. Yoksa..?
Genel olarak Motala'da yaşlı nüfus dikkatimi çekti. Evet İsveç genelinde de orta yaş ve üstü insanlar sokaklarda oluyor ama burası bildiğin emekli memur kenti gibi biraz. Kendi halinde, kendi yağıyla kavrulan ve muhtemelen kendi kendine ölen insanların yaşadığı bir yer havası yaşattı bana. Tarihi 13. yüzyıla dayanıyormuş. 1823'te "köping" ünvanını almış. Yani ticaret kenti oluyor bu köping denilen "kent uzantısı". Eski yazılarda anlattığım için geçiyorum bu kısmı.
3. sürüş gününde adını sıkça andığım Göta Kanal'ın yapımcısı Baltzar von Platen'in mezarı da Motala'da imiş. Göta Kanal İdari Binası sapsarı fotoğrafıyla huzurlarınızda. 1927'de kurulan İsveç resmi radyo istasyonu da yine burada. Motor Museum falan var fakat bunların hiç birisi benim ilgimi çekmiyor. Bu konuda merakı olanlar için araştırdığımda gidilip görülesi güzel mekan olduğunu söyleyebilirim. Gerçi içeride bisiklete dair örnekler de varmış, neyse artık. Havadan mıdır nedir benim nazarımda huzurlu bir liman kentinden öteye geçemedi Motala. Pili azalmış GoPro'yu kafama geçirip limanın kıyısını gezmek için tekrar hareketlendim.
Vättern Gölü'ne açılan kısımda Motabron adlı bir köprü var ve otobana dahil. Dolayısıyla bisiklet geçişi yasak. İkinci gün işitmediğim azar kalmadığı için benden uzak dursun kafi.
Sahil şeridinden devam ettiğimde en azından kafam rahat olur diyerek Vätternpromenaden tarafına doğru sürdüm. "Vatter ney?" dememeniz için Motala'nın iki yakasını birbirine bağlayan köprüye giden yol olarak açıklayayım bu tekrar okunması bile zor olan garip kelimeyi. Dediğim gibi köprüye girmeyeceğim ama dinlenecek yer bakıyorum kendime.
Ve yaşlıların kapmadığı bir banka çöreklendim. Ortalık 65+ ve prototip olarak sadece ben bulunuyorum şehirde. Yalnız havadaki nem iyice pus halini almaya başladı. Gerçekten fotoğrafa bakınca bile ruhum sıkılmaya yetiyor.
Etrafta ne var ne yok bakmak için telefondaki bir GPS uygulaması olan Navigator'ı açtım. Arayüzü biraz sinir bozucu olsa da çevrimdışı çalışmasından dolayı gayet memnunum. Bisiklet için kullandığım Polar; cafe, bar, restaurant gibi POI'leri göstermiyor. İki arka caddede Systembolaget gözüme ilişti. Systembolaget'ten Stockholm ile ilgili yazılarda bahsetmiştim ama ufak bilgi vermek gerekirse devletin resmi alkol satış yeri diyebiliriz. Bizdeki özelleştirilmeden önceki Tekel gibi. Tekrar bisiklete atlayıp Systembolaget'e doğru sürdüm. İçerden iki Alman, bir Fransız, bir İsveçli ve bir Amerikan ile döndüm. Temel fıkrası anlatmıyorum. Erdinger, Becker's Pils, Kronenbourg 1664 Blanc, Pripps Blå, Brooklyn Lager.
Yeri gelmişken mini soru-cevap yapalım:
+ Bisiklet sürerken nasıl besleniyorsun?
- Ne bulursam onu yiyorum.
+ Karbonhidrat, protein, makarna falan nasıl bir tercihin var?
- Canım...
Evet tam olarak buyum. Bak mesela muzun, biranın ve hatta kolanın bisiklet için faydası olduğunu bilirim ama faydası olmasa da tüketirim. Ama bunun içinde karbonhidrat mı vardı bilmemne mi yoktu diye hesap kitap yapmak bana zulüm gibi geliyor. Normal hayatta bir nebze yaparım. Yolda yapamam. Yolda mutlu olma formülünü beslenmeye bağlamak benim yapabildiğim bir şey değil. İsveç'te yediğim hamburger tarzı ürünlerin eti biraz yağlı. Bu nedenle birkaç kez vücut kabul etmedi. Yani mide alışkın değil ama yiyorum. Adeta akbaba gibi besleniyorum. Besin değeri yüksek jelle beslenenler var. Oldukça mantıklı bir seçenek olsa da bulmak zor. Jelle o yollar belki biter ama hep akılda güzel bir yemek kalır. :) Bu yazıları yazarken bahara girmek üzereyiz. Dolayısıyla kış aylarında kontak kapatarak besili bir inek gibi yağlanıyorum. Yazın da eriyip gidiyorum çünkü kilo vermenin en kolay yolunun yıllarca deneyimlediğim üzere bisiklet sürmek olduğunu biliyorum. 2 günlük hafta sonu sürüşü yerine en az 1 hafta bisiklet turuna çıkarsanız vücudunuzun nasıl şekle girdiğini görürsünüz. İşi bisikletle gidip gelmek de imkanınız varsa harika bir seçenek. Antalya'ya dönükten sonra üniversitenin en ücra köşesine kurulmuş teknokente 4 sene boyunca her iş günü bisikletle gidip geldim. Uykusuz işe başladığımı pek hatırlamıyorum. Uzun süre tura çıkmak zor geliyorsa hiç bunları düşünmeyip sadece bisiklete atlayın ve sürün. En azından mutlu olursunuz. Andersen'den Masallar dinlediniz.
Motala'ya dönelim. Alışverişi yapıp tekrar parka döndüm. Erdinger'i çıkarıp sabah kahvaltısı niyetine içtim. Erdinger deyince aklıma direkt olarak Beşiktaş'taki Beer Hall geliyor nedense. Litrelik seramik bardaklarına kurban olduğum mekanda çok anım var. Becker's Pils'i de aradan çıkarıp arpa&buğday kombinasyonunu tamamladım. Borensberg'de sabah yediğim muz karnımı tok tuttu. Midemin acısını da biraz olsun dindirdi. Motala'da bira ve birkaç ufak çikolata ile enerjiyi aldıktan sonra yola devam ettim. Çıkıştaki fabrikalar bölgesinin yanından geçerek şehre artık veda ettim. Çok mu beğendim? Evet diyemem. Çok ama çok basık geldi bana. Yerleşsem ilk olarak "Doom grubuna basçı aranıyor" şeklinde elektrik direklerine ilan yapıştırırım. 65+ çılgın Motala geceleri hakkında deneyimim olmadığı için eyyorlamam bu kadar.
Golf sahasının yanından geçip Fågelsta'ya doğru sürüyorum. Ülke düz olunca golf sahası cennetine dönüşüyor. İsveç'in hemen hemen her bölgesinde golf sahası görmek mümkün. Hava şartları el verdiği sürece, geniş ve dümdüz ülkenin yeşil alanlarında topu deliğe sokmak için hunharca bir savaş var. Tuncel Kurtiz sesiyle tek tek okuduğunuz için teşekkürler 😂 Bu arkadaşlar kışın golf oynama imkanı olmadığı için uçağa atlıyorlar ve soluğu Belek'te alıyorlar.
TURDA 282. KM 🏴
Fågelsta'ya geldiğimde önümde tercih etmem gereken iki seçenek var. Birincisi Mjölby'e devam edip genellikle ormanlık alan bulunan yoldan ilerlemek, ikincisi de Vadstena üzerinden Vättern Gölü'nü sağıma alıp manzaraya eşlik etmek. İkisi de benim için zevkli fakat biraz daha kısa olduğu için Vättern Gölü kıyısına ulaşmayı tercih ettim.
Vadstena'ya doğru seyir halindeyim. Burası yaklaşık 6000 nüfusa sahip İsveç'in en küçük kenti. Nüfus bakımından tam yaşanılacak yer. Son zamanlarda herkesin fikri aynıdır herhalde, az insan eşittir huzur. Aslında her yolun farklı hikayesi vardır ve bu yüzden "keşke" lafını kullanmayı tercih etmem ama Vättern Gölü kıyısında bulunan Vadstena Kalesi'ni görmemek kötü oldu. Önceden araştırmadığım için Vadstena'da bir kale olduğunu dahi bilmiyordum. Tarihi eser bolluğu yaşayan bir ülkenin insanı olarak kale normal şartlarda çok ilgimi çekmez fakat bu kalenin özelliği bildiklerimizden biraz farklı. Kalenin çevresi su ile çevrilmiş. Yani bir hendek var. Dünyada da çok az örneği var. Şimdi fotoğraflarını görünce koyuyor insana. Karşı taraf olup, sefere kalkıp böyle bir şeyle karşılaşsanız ne yaparsınız yorumlara yazıasdşlkdf 😂
Peki ben ne haltlar yiyordum kaleye gitmediysem? Çimenlere yatıp dinleniyordum tabii. Ağzımda yerde bulduğum ot sapı, bacak bacak üstünde, sırtımı ağaca yaslamış, yüzüm göğe dönük. En taşaklısından şampanya adına sahip Kronenbourg 1664 Blanc'ı açtım ve mideye gönderdim. Bazı normların bozulmasını sevmiyorum. Linköping'de karışık meyve nektarına benzeyen Götlands Bryggeri Wisby Weisse'dan sonra bu biranın da dandik olacağını düşünerek denemek için almıştım açıkçası. Koklarken "Bu ne ya mentollü bira mı olur?" diyerek ilk yudumu aldım. Dünya değişti ve tek üzüldüğüm nokta biranın soğuk olmaması oldu. Bu birayı içtikten aylar sonra bu bira Türkiye'ye geldi ya başka bir şey demiyorum. İsterseniz her şey olur arkadaşlar. Gelelim buğday mevzusuna. Zaman zaman değişir fakat ülkemiz sınırları içerisinde rahatça erişebildiğim buğdayların sıralaması şu şekilde: Erdinger > Kronenbourg 1664 Blanc > Weihenstephaner > Hoegaarden. Bunlar arasındaki sıralamayı zor yapıyorum. Hepsi güzel gerçekten. Şu aralar kendi biralarımı yapmakla meşgulüm. Muntons Pilsner'den sonra Smugglers Special Ale'i kovaya attım. 2 ay biter bitmez içilecek kıvama geleceğini düşünüyorum. Yazıya yıllar sonra bir güncelleme yapayım. Smugglers'dan sonra 30'dan fazla kit kurdum, her türlü birayı imal ettim. Neler neler içtim, Smugglers gibisini içmedim. Blanc için "Sana puanım dokuz kanka!" diyerek çok beğendimi söylemeliyim. Ben bira fotoğrafı çekmekle uğraşırken önümden 6-7 yaşlarında iki hanımefendi bisikletiyle geçti. Kask bu kadar mı yakışır ya ufak tefek çocuklara? Türkiye'de kask takmayanlara nedenini sorduğumda "güzel durmaması" cevabını almışlığım çoktur. Takarsın, takmazsın beni bağlamaz ama bu aksesuarın tek kullanımlık olduğunu tekrardan belirtmek gerek. Gidip ucuz kask almayın efenim. Dediğim gibi "tek kullanımlık" ve kullanacağınız zamanı bilmek sizin elinizde değil.
TURDA 305. KM 🏴
Yola koyuldum. Vadstena'nın kıyısından çıkarım diye düşünüp fabrika yoluna girmemle beraber baktım yine bilmediğim yollardayım, Polar'da oluşturduğum rotaya döndüm. Bazen bisiklet yolu bazen normal yoldan bir süre devam ettikten sonra hız kazanmak için ana yola geçtim artık. Yolda enteresan bir şey yok. Uçsuz bucaksız tarla, alabildiğine yeşil, sarı otlar ve tek tük falun kırmızısı ev.
Vättern Gölü ile Tåkern Gölü arasında Windows XP masaüstü manzaralı bir yerde Pripps Blå'yı açıp havadaki pusun dinmesini bekledim. Bugün çok az su tükettim. Hindistan'a sefere giden İngilizer gibi içme suyu yerine bira taşıyorum. Toprağa uzandım ve dinlendim. Sırt ağrısı, bel ağrısı, kıç ağrısı, baş ağrısı her ne ağrısı varsa çekip alıyor toprak. Rüzgar fazlaysa biraz baş ağrıtıyor o kadar. Bu arada dinlenirken burada yayınlamak istemediğim birkaç selfie çektim. Yüzüme gözüme baktım, kendimi tanıyamadım. Hastalıktan mı böyleyim yoksa sudan enfeksiyon kapma durumu var bilemiyorum. Mental olarak iyiyim ama bedenim öyle söylemiyor. Biraz da esneme hareketi yapıp vücudu toparlayınca tekrar kalkıp bisikletin üzerine geçtim.
Tidernas Landskap
Yola devam ederken sağ tarafta bir dinlenme alanı daha görüyorum. Burası dün gece kaldığım Borensberg'deki dinlenme alanından hallice. Yani ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz wc, lavabo, soyunma kabini vs. mevcut. Wc ihtiyacını giderme maksatlı durdum fakat kolu çevirdiğimde açılmadı. Kilitli. Tuvalet eğitimimi aldığım için tutabiliyorum, sakin :) Suları ise temiz olduğunu düşündüğüm çeşmeden doldurdum.
"Tidernas Landskap" yazan tabelalar var burada. İlgimi çekince bisikleti uygun bir yere parkedip görselleri incelemeye başladım. Tidernas Landskap'ın "Tarihten Manzaralar" gibisinden bir anlamı var. Landskap > Landscape. Bir ışık yanmıştır kafada.
Çevrede detaylı panolar var ve incelemek zaman alacak gibi gözüküyor. Bölgedeki tarih, coğrafya ve doğayla ilgili önemli bilgileri güzelce toparladıkları bir yer burası. Değerlerine sahip çıkmak konusunda titizler. Çevre aşırı temiz. Aslında burada da kamp yapabilirim ama dünkü duruma düşmek istemediğim için devam edeceğim.
Konum atayım :) Ben üstteki haritanın tepesinde Vadstena yazan yerdeyim an itibariyle. Sağ üstteki de gidemediğim Vadstena Kalesi.
Tüm fotoğrafları yayınlayamadığım için üzgünüm. Bazılarını kısaca anlatabilirim. Kuş türünden böceğe, sosyal yaşamlarından gölde yaşayan alabalığa kadar büyük ahşap yüzeylere resmedilen ilginç kareler var ve yaşanmışlıklar ile ilgili fikir veriyor insana. Kuşlar, çiftçiler, balık avından dönenler, yemek bekleyen çocuk, arazinin çevresini çitle çeviren insanlar ve güzel içki yapmak için bağları kontrol eden bir keşiş ustatlıkla işlenen esererden bazıları. Bisiklet ise tarihi bir figürde bile kullanılmış.
Tidernas Landskap'tan ayrılıp yola devam etmenin vakti geldi. Güneş de hafiften alçalmaya başladı.
Vättern Gölü kıyısında bulunan Hästholmen'e geldim ve ne yapacağıma karar vermem ve hızlanmam gerekiyor artık. Eski bir benzinlik gördüm. Memleketin en boktan yanı daha önce de bahsettiğim gibi bir yerin açık olup olmadığını anlamanız için dibine kadar yaklaşıp bakılması gerekliliği. Terk edilmiş bir havası olduğuna kanaat getirdikten sonra yola devam ettim. Pek durmadım. Yavaştan geceyi nerede geçireceğim konusunda düşünmeye başladım.
En mantıklısı Ödeshög'ü geçtikten sonra uygun bir yere çadır kurmak olur diye düşündüm. Sabahtan beri zıkkımlandıklarım; muz, bira, çikolata ve dondurma. Buna binaen insan gibi bir yemek istemek benim de hakkım değil mi artık? Ciddi yemek için bkz: hamburger. Ağlamıyorum, gözüme devasa köfte kaçtı.
TURDA 327. KM 🏴
Ödeshög'ü transit geçeyim derken tırların yanaştığı bir dinlenme tesisine ulaştım. Oldukça büyük, Rasta adında bir restaurant gördüm. İçerde yiyecek güzel bir şeyler vardır umuduyla girdim. Maalesef yine hamburger, pizza, hamur, köfte ve türevleri. Başka bir şeyler daha vardı ama ilgimi çekmemiş ki şu an hatırlamıyorum. Renkli tatlılardı sanırım. Sarı saçlı, beyaz tenli, fit vücutlu tır şöförleri geziyor içerde. Tır şöförü ve bu dediğim fiziksel özellikleri yan yana getirmeye çalışın. 😂 Neyse menülerden gözüme kestirdiğim klasik hamburgeri seçtim. Bazen öyle oluyor. O kadar inceliyorsun, dönüp dolaşıyorsun yine klasik. Belirli kalıpların dışına çıkmadan karnım doysun mantığıyla sıra bana gelince ödemeyi yaptım ve beklemeye başladım. İlk kez artık düzgün bir şeyler yeme arzum boğazıma dizili kaldı.
Görevli ablamız "İçeçeğinizi ilerden kendiniz doldurunuz" diyerek tepsiye wireless zımbırtısını koydu. Wireless alıcısına değil de tepsiye sevindim :) Dün ne bedeller ödendi o tepsi için. Neyse tepsimi alıp restoran bölümüne yöneldim. Oturduktan bir süre sonra zımbırtı yanıp sönmeye, ses çıkarmaya başlayınca "Aha benim sipariş hazır" dedim ve kasa tarafına gidip hamburgerime kavuştum. Bu ülkede artık şunu net olarak anladığımı söyleyebilirim: Menüde gördüğünüz şeyin ya aynısı geliyor ya daha büyüğü. Küçüğü asla! Yarın sabahki kahvaltı için Umut Sarıkaya deyimiyle bedava ve ekstra bir gıda olan ekmeklerden kestim, soslardan aldım. Tuz, karabiber vs. ihmal etmedim. O öküzdoyuranı yedikten sonra patatesleri yemem mümkün olmadığı için onu da sarıp sarmaladım. Soslar çok ağır bu arada. Etler de yağlı. Fast food ekseninde İsveç'le yıldızımızın barıştığını söylemem zor. Balıkların ve minik köftelerin haricinde tam bir kapalı kutusun sevgili İsveç.
Yemek işini bitirdikten sonra bisiklete atladım ve dinlenme tesisinden çıkış yapmaya hazırlanırken tesis alanının köşesinde çimenlik alanı görünce çadırı tam da buraya kurmak gibi bir fikir geldi aklıma. Restoranda internet var, tuvalet, yemek, su, her şey güzel. Göçebe hayatımın bir gecesi de burada bitsin dedim kendi kendime. Yemek biraz ağır geldi demiş miydim? Demesem de tahmin ediyorsunuzdur muhtemelen. Mide yine karışmaya başladı. Mide kabul etmiyor. Mide sorunlu. Mide miöüüğğğğ... ve sonucu biliyoruz. Tekrar çadıra yöneldim. Midemi toparlamak için biramı açtım. Bir fırt çeker çekmez baktım ki güvenlik görevlisi yanıma geliyor. Yeşil yelekli, fosforlu şeritli abimizin "Hoop birader, yasak!" gibilerinden bir şeyler söylemesini beklerken ne yaptığımı sorması ve sonrasında ne yaptığımı anlatmam ile iletişimimiz başladı. Kendisinin gelme nedenini anlatırken sorun olmadığı konusunda beni ikna etti ve "Tırlar hemen yanından dönüş yapıyor. Gece sesten rahatsız olabilirsin. Bunu söylemek için geldim" şeklindeki sözleri adeta gözlerimi yaşarttı. Biz alışmışız "kardeş yönetimin emri var yasak" cümlesine. Adam gelmiş benim rahatsız olmamam daha doğrusu rahat etmem için uyarıda bulunuyor. Çadırı çimene değil, medeniyetin zirvesine kurmuşum sanki. Teşekkür edip benim için de sorun olmadığını söyledim. Bir biram daha olsaydı sana açsaydım, iş yorgunluğuna kısa bir mola verebilseydim keşke kral.
Malzemeleri çadıra yerleştirip güzelce kapattım. Bisikleti yandaki bayrak direğine kilitledim. Kilidi öyle bir sarıp sarmaladım ki bırak bisikleti, direği söküp götüremezler. Çadır ile restoran arası 100 metre civarı ve karşlıklı görüş açısına sahip. Görüş açısının vermiş olduğu rahatlık ile üzerime rahat bir şeyler giyip ile tekrar restorana gittim. 2-3 gündür yediklerimi midem kabul etmiyor. Çok afedersiniz ama yine kusmak zorunda kaldım. Tesisin marketinden muz ve portakal suyu aldım. Portakal suyunu C vitamini, muzu ise mideyi biraz bastırsın diye tükettim. Yoksa çok da canım istediğinden değil. Modum iyice düştü, hareket mekanizmam giderek yavaşladı. Donuk bir hissiyat bünyeyi yeniden kapladı. Burun akıntısı devam ediyor. Bisiklet üzerindeyken unutabildiğim hastalık belirtileri vücut dinlenip tepki vermeyi bırakınca tekrar devreye girdi. Bir de her iki elimin serçe ve yüzük parmaklarımda uyuşukluk hissetmeye başladım ama bu halsizlikten değil, benim vücut yapıma göre fazlasıyla geniş 46 cm'lik gidon kullandığım için.
Zaman geçirmek için notlar aldım, ilerde blog yazarım diye bir şeyler karaladım :) çektiğim fotoğrafları inceledim, şarjları doldurdum derken fazla da geç olmadan saat 11 gibi çadıra döndüm ve ara ara geçen tırların gürültüsü eşliğinde uyumaya başladım.
Tır sesleri devam etti ama uykumu çok etkilemedi. Gece saat 3 buçuk gibi arka taraftaki yoldan sesler duydum. Motor (bildiğimiz mobilet) sesi geliyor ve birkaç kişi konuşuyor. Baktım birisi çadırın önüne geldi. "Hey, hey" falan diyerek çadıra dokunuyor. Polis ya da güvenlik geldi sandım, başka ne olabilir? Çadırın penceresini araladım. 20'li yaşlarda bir çocuk. 2 tane de arkada yolda bekliyor. Gecenin üçünde "Burada napıyorsun?" diye soruyor. Uyku sersemiyle ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. İsveç'in kekosu da böyle oluyor demek ki. Yavşak herif bu saatte insan mı kaldırılır? Keçi gibi direğe bisiklet bağlamışım onu da mı görmüyorsun. Belli ki yolcuyum ve uyuyorum. Türkiye'de olsa "keyfi olarak" beni o saatte uyandıran adamla ciddi manada sıkıntı yaşarız. Buraları olabildiğince yumuşatmaya çalışıyorum artık yazarken. Sakin kalmaya çalışsam da gergin olduğumu anladı. Sorguya falan da çekmiyor işin ilginci. Merak etmiş gelmiş soruyor. "Sorry bro" falan dedi birkaç kez. Bir şey demedim. Sonuç? Sonuç yok. Amaç? Amaç yok. Ne olduğu hakkında da bir fikrim yok. Bisiklete göz koyduysa da vazgeçsin. Sökmeye çalışırken sıkılıp bırakır çünkü 😎
Garip bir yazı oldu. Keyfimiz kaçsa da Ödeshög dolaylarından herkeslere Godnatt efenim...