İsveç
Okuma süresi
Okuma süresi: 39 dakika
Orta
Sarı Sokak
 
 

İsveç'in her yeri "köping" olunca şehir isimlerini birbirinden ayırmak zor oluyor. Benim turun köpingi bol. Aslında bu kelime market (pazar yeri) sözcüğücünden geliyor. Market > kasaba > yerleşim merkezi şeklinde evrimleşmiş bir sözcük. Zaten kelimenin okunuşu da "şöpin". Yani "shopping"den bozma. Ya da shopping bundan bozma bilemiyorum. Ayrıca sondaki "g" okunmuyor. Sonuç olarak bir bağlantı olduğu açık. İsveççe, Hint-Avrupa dil grubunun, Cermen dil ailesinin kuzey koluna ait bir dil. İngilizce de Hint-Avrupa dil grubuna ait. Yani dillerde bu tarz benzerlikler var ise aynı kaynaktan gelme ihtimali yüksek oluyor. Tasarladığım rotada sırasıyla Nyköping'den çıkıp Norrköping, Linköping ve Jönköping'e gideceğim. Nevşehir, Kırşehir, Eskişehir gibi gibi. Konu anlaşıldığına göre köping mevzusunu kapatıyorum. 

Bir önceki gün rüzgara karşı vermiş olduğum mücadele tüm hızıyla devam mı edecek yoksa her şeyi sil baştan mı yapacağız bilemiyorum. Çünkü arkamda başlayan Ekensberg Ormanı tüm esintiyi kesiyor. Ruh halime gelince, omuzlarındam tutup aşağıya bastıran bir hayalet var sanki üstümde. Buna tur literatüründe ilk gün hamlığı adını veriyoruz. Turlarımda genelde 3 check-point oluyor. Bunlar sırasıyla ilk gün, 3. gün ve 10. gün. Bu kırılımları aşınca tabiri caizse motor açılıyor. Performans artışı, dirence karşı koyma, tırmanış kalitesi gibi değerler üst noktaya çıkıyor. Ayrıca ruhen de insan kendini güçlü hissediyor.

Gece hafiften soğuğu hissetmeye başladım. Kar pantalonu gibi hafif bir şey taşıyorum yanımda. İçi polarlı olunca giydim ve güzel ısıttı. Sonra tekrar soluksuz uyuyup yeni güne uyandım. Aslında bu pantolonu yağmur için almıştım ama termal teknolojinin gözünü seveyim. Seyahat halindeyken termal giysiler kullanmaya özen gösteriyorum. Teri tutmadığı için insana kendini hafif hissettiriyor. Hava alıyor, koku yapmıyor ve belki de en önemlisi kolayca kuruyor. Fakat uyurken ilk katman olarak pamuklu t-shirt tercih ediyorum çünkü termal kumaş vücudu rahatsız ediyor. Günlük yaşamda da genelde termal haricinde bir giysi tercih etmiyorum diyebilirim. Belki biraz pahalı ama uzun süreli kullandığım için yıpranması zor. Aynı hesaba denk geliyor. Zaten bir sürü giysim olsun diye bir derdim de yok. Kirli olmadıktan sonra utanıp sıkılmadan her gün aynı şeyi giyebilen utanmaz arlanmazın tekiyim. 

Sabah saatlerinde güneşin sıcaklığı sera etkisiyle birleşince çadırın içerisini ısıtmaya yetiyor. Havalandırma önemli. Eğer fazla kapalı kalırsa bu sera etkisi dediğimiz durum bu sefer su buharını çadırın içerisinde fazlaca tutuyor. Hava sıcaklığına göre dengelemeyi yapmak sizin tecrübenize kalmış. 

Nihayet kendime geldiğimde ilk olarak şarjları kontrol ettim. Polar ve telefonlar dolmuş. GoPro'nun kablosunu gece bulamadığımdan gündüz gözüyle bakarım diyerek çok da uğraşmamıştım. Sanırım bu minnak cihazın şarj kablosunu karıştırmışım. Birisi micro usb, diğeri mini usb olunca şarj olayı maalesef sıkıntılı hale geldi. Turun getirdiği aksiliklerden herhangi birisi işte. Ne yapıyoruz? Ufak tefek sıkıntıları göz ardı ediyoruz. Bisikleti bırakıp tekno market tarzı bir yerden usb kablosu almak fikri fazla riskli geliyor. Tamam İsveç'teyiz ama o kadar da değil. Yol üzeri denk gelirse ne ala. Kamerayı idareli kullanacağız artık. Yeter ki telefon sağlam kalsın.


Çadırın içerisinde biraz zaman geçirip müzik dinledikten sonra yavru caretta gibi yuvayı terk ettim. Hava muazzam güzel. Yola uzaklığım 50-60 metre civarı. Ellerimi başımın üzerinde ters kenetleyip göğe yaslayarak günün ilk gerilimini gök tengriye ilettim. Yolun karşı yakasında koşan insanlar var. Sabaha sakladığım poşetin içinde ezilmiş son poğaça ve çilek reçelini güne tatlı başlamak için attım ağızma. Çay yapmaya üşendiğim için hiç o işe girişmenin manası yok. Aklımda beyaz peynirli kahvaltı var ama nerdeeee... Bir gün uzun süreli yurt dışında bulunursam şu memleketin en özleyeceğim aktivitesi muhtemelen kahvaltı faslı olur. Peynirsiz bir hayat çok zor benim için. Bu konuyla ilgili bir gösteri yürüyüşü olursa "Peynirime dokunma" pankartını grev sözcüsü gibi en önde taşımaktan imtina etmeyeceğime söz veriyorum :p

Önüm çayır çimen olunca malzemelerin hepsini yere serip ayrıştırdım ve düzenli bir şekilde çantaya yerleştirdim. 2x20 litrelik Ortlieb çanta seti kullanıyorum. 8-10 gün boyunca çadırlı bir tur için fazlasıyla yeterli. Hatta bana fazla diyebilirim. Tek problemim çantaları silme dolduramamak :) Kullanamadığım malzemeleri balondan kum çuvalı atar gibi nasıl attığımı da sonraki yazılarda anlatacağım. Hastalık ve şanssızlık nedeniyle birkaç malzemede fire verdim çünkü. Burnumun akması ve halsizlik nelere mal olacak hep beraber göreceğiz. Ağırlık mevzusunda biraz hassasım. Lüks bir restorana gittiğinizde fiyatı tavana dayamak için tabağa yenmeyecek gereksiz şeyler koyarlar bazen, benim için de aynı durum geçerli. Kullanmayacağım yüz gramlık malzemeyi dahi taşımayı sevmiyorum. Bazen iki günlük tura evinde ne varsa yüklenerek çıkan insanlar görüyorum. Atlas dergisinin amblemindeki dünyayı taşıyan adam geliyor aklıma. N'apıyorsunuz abi? Belki öyle görünmekten bir çeşit zevk alma durumu olabilir ama ne taşıyorsunuz çok merak ediyorum. Saç kurutma makinesi falan mı var, ne var çantada tam olarak?

Çıkış lütfen

​Nyköping'in çıkışını bulmak için yaptığım yol ile şehri baştan sona kat etmek için gereken mesafe aynı olabilir. Polar'dan bakıyorum, telefondaki navigasyondan bakıyorum, evet bir yol var. Var ama oradaki garip kavşak birbirine geçmiş durumda olduğundan elimdeki zımbırtılar da tam kestiremiyor ve dönüp dolaşıp aynı yere geliyorum bir şekilde. Çünkü tek çıkış var, tüm yolların kesiştiği tek çıkış. Afyon dörtyol bile bundan daha anlaşılır. Haritaya yakınlaşıp uzaklaşıyorum, yok şehri terk edemiyorum. 30.000 nüfuslu g.t kadar bir yerleşim merkezinde havuza düşmüş fare gibi bir sağa bir sola nasıl saçma hamleler yaptığımı sayfanın tepesindeki Strava kaydını inceleyerek görebilirsiniz. 2014 yılında gerçekleştirdiğim 1400 km'lik Edirne-Antalya turu hariç tüm turlarım gün gün kayıt altındadır. Belki bazı kişilere anlamsız gelebilir ama böyle bir alışkanlığım olduğu için kendimle gurur duyuyorum. Bu hikayelerin yazılmasına inanılmaz katkı sağlıyor yol izlerim. Neyse işte Nyköping'e tekrar gitsem tekrar kaybolurum. 😂 Aynı yerde dönmekten midemdeki poğaçalar bile kalori kaybına uğrayınca sonunda pes ettim.


"Bir şehri anlamak" şiirimi kağıda dökebilmek maksadıyla dün geceki çiğden nasibini almış mekanın buğulu camını elimle silip gözlerimi kısarak baktıktan sonra "Aaa burası hamburgerciymiş ya" dedim, bisikleti görebileceğim bir yere koydum ve içeri girdim. Tabela nedir, neden lazımdır konusunu daha öncedeğinmiştik hatırlarsanız. Peynirli kahvaltı hayallerim suya düşedursun benim bir şeyler yemem lazım. Menü fiyatlarının 8-10 Euro'dan başladığını görünce tokluk hissi yaratsın diye sanırım istemsiz bir şekilde yutkundum. Yalnız siz böyle saçma şeyler yapmayın.

Herhangi bir fast food restoranına gittiğinizde kafayı kaldırıp yukarı baktığınız ekranda menüleri görürsünüz bildiğiniz üzere. Hemen altındaki görsellerde pet şişelerin kapakları da dikkatimi çekti. Kapağı getirirsen 3 Kron (0.3 Euro) alıyorsun. Eveeet, benim bu yazıları ilk yazdığımda Türkiye'de 2019 itibariyle boş bira şişesi depozito fiyatının 20-25 kuruş olduğunu düşününce 1 adet İsveç kola kapağı alabilmek için 7-8 adet boş Türk bira şişesi getirmeniz gerekiyordu Yazıları 2024 itibariyle tekrar düzenledim. Şu an ortalama bir bira 60 TL törkiş liras ve depozitosu 2 törkiş liras. Enflasyonun olmadığı İsveç'teki fiyatlar değişmeyeceğine göre yine kapak fiyatını 3 Kron olarak alalım. 😁 An itibariyle 1 adet İsveç kola kapağı 5 Türk bira şişesi değerinde. Beyninizin yandığının farkındayım. Enflasyon altında ezilsek de demek ki bira şişelerimiz değer kazanmış. Bir yatırım tavsiyesi olarak bira şişelerinizi değerlendirin, kapak alırsınız. 1 İsveç kola kapağının 1 Türk bira şişesi olduğunu göreceğimiz günler de gelir inşallah diyerek Cost of Living'in dahi veremediği bu hizmeti sizlere sunar iyi günler dilerim. Boş şişeyi çöpe atıp mavi kapak toplayan ülkenin insanlarıyız biz.

Kapı girişine astıkları posterin üzerinde yazan 60 Kron'luk fiyat gözümü çeldi. "Hobaa kampanya varımış!" diyerek uygun fiyata doyabileceğim bir ürün olduğunu anladığım menüyü tercih ettim ama posterde bu kadar büyük gözükmüyordu. Burada baz aldığım kriter lezzetten ziyade midemde kaplayacağı hacim. Küçük-orta boy-büyük boy seçeneklerinden -aç bir insan olarak- büyüğü seçtim ve 12 Kron daha fark verdim. "Sadece 0.99 kuruş farkla büyük boy ister misiniz?" diye sorar insan. Sormadılar. Toplamda 72 Kron'a (7 Euro) yemek işini hallettim. Tepsiyi elime aldığımda "Ekmeği köftenin içine koyacaklardı ama bir şekilde karıştırdılar herhalde" diye düşündüm. Bu ne! Yani tamam büyük boy falan söyledik ama insan yiyecek bunu. "Abi akşama savaş var, defansa adam lazım da gelmek istersen haber ver" diyecekler sandım bir an. Ohannes burger deyiminin canlısı yemin ediyorum. Evet hamburgere benzeyen, köftenin ekmekten 3 kat büyük olduğu şeyi bitirdim. Çilek reçelinden kalan plastik kaseyi de lavaboda yıkayıp patatesleri paket yaptım. Tur boyunca söylediğim yemeklerde "bu bana yetmez" dediğim hiç bir siparişim olmadı. Bu turdan henüz 2 ay öncesinde tamamladığım Balkan turu için de aynı şey geçerli. O coğrafya her zaman beni doyurmuştur. Ekonomik olarak ülkece dibe vurduğumuz (ne zaman vurmuyoruz ki) şu dönemde yemeklerin gramajı ve besin değeri maalesef tatmin edici seviyede değil. Aynı durum market ürünleri için de geçerli. Doğru besini alma konusunda giderecek umudumu kaybediyorum. Karnımı doyurup kalkacakken 6 kişilik metal tişörtlü motorize bir ekip geldi. İki tanesinin üzerinde Savatage ve Dimmu Borgir tişörtü olunca devil hornsu çaktım ve yolcu yolunda gerek diyerek tükandan ayrıldım. Gerçi birbirinden alakasız gruplar ama onu dinleyen bunu da dinleyebiliyor bizim camiada. Çalışırken, blog yazarken, içerken fark etmiyor, dinlerim. İsveç yazısı yazarken İsveç halk dansları dinleyecek kadar delirmedim henüz. Şehrin çıkışını restorandaki wi-fi sayesinde güzelce kontrol edip ilerledim ve Bergshammar'a ulaştım. Fiyatlarla başınızı ağrıttığım için özür dilerim. İlerde yine anlatıp yine özür dileyeceğim için de özür dilerim. :)

Doğal yaşamdan izlenimler

Çıkıştan bir süre sonra sağlı sollu, yemyeşil, upuzun yollar var. Herhangi birisine girsem sonuna kadar gitme isteğim olduğunu biliyorum ama bir yandan da Kopenhag'a yetişebilmek için zamanla yarışmak durumundayım. Tur yapanların bildiği üzere ne zaman ana yoldan çıkıp maceraya atılırsanız o zaman yaşanacak ve anlatacak hikayenin içeriği zenginleşiyor. Birkaç fotoğraf alıp bisiklete atladım ve yola devam ettim. Biraz açık alana gelince dün bir takım problemler yaşayıp anlaşamadığımız rüzgar yeniden varlığını hissetirmeye başladı. Kötüyü anmak diye bir tabir vardır. O yüzden bu konuyu fazla düşünmemeye çalışacağım. 

Bergakulle Tabiat Parkı civarından geçerken tarlada dinlenen koyu renkli leylekleri izledim. Günübirlik sürüşlerde kulaklık taksam da yeni yerler keşfederken (özellikle yurt dışı turlarda) asla kullanmıyorum. Algılarımın tamamen açık, gözlerimin radar gibi hareket etmesi benim için çok daha mühim. Muhtemelen hayatım boyunca bir daha göremeyeceğim için doğanın sesini, olup biteni kaçırmak istemiyorum. "Buraları göremeyeceğim" bir imkansızlık değil, tercih esasında. Güzel bir yemeği dahi iki gün üst üste yediğinizde ilk günkü tadı alamıyorsunuz.

İsveç soğuk bir ülke olduğu için doğal yaşam biraz daha farklı. Çeşitli kuş türleri ve sığının -ki sayıları 400.000 civarı- yanısıra kurt, vaşak, porsuk ve ayı gibi yırtıcı hayvanlara ev sahipliği yapıyor bu coğrafya. Sığın lafı pek aşina olmadığımızdan kafamızda tam canlanmıyor olabilir. Kanada geyiği ve Amerikan geyiği adıyla da biliniyor. Kalın ve devasa boynuzları var. İngilizcesi "moose". Normal geyik gibi yaldır yaldır koşmuyor. Daha sakin, sessiz, kararlı ve asil. Bu geyik türüne dünyada en fazla sahip ülke Kanada ve Rusya'dan sonra İsveç. Sinirlenince tehlikeli olduğundan mümkünse karşılaşmamak en iyisi. Keyfi olarak yola çıkınca trafik umrunda olmuyor bu arkadaşın. Erkeklerde boynuz olurken, dişiler boynuzsuz. Yani dişiler boynuzlayamıyor :) Bir geyik de benden. 🫎

Doğal yaşama ait tarafıma sık sorulan sorulardan birisi de çoğunlukla "Çadırda kalmaktan korkmuyor musun?" oluyor. Tehlikeli olabileceğini düşündüğüm insan ırkı haricinde korkmuyorum. Çocukluğumda yaz kampları, askerlikte terör operasyonları, sonrasında bisiklet turu ve balık avları nedeniyle hayatımın önemli bir kısmı dağın başında, deniz kıyısında yatmakla geçti. Fakat bir örnek verebilirim. 2023'ün bahar aylarında Kapadokya turuma başlarken Eğirdir Gölü kıyısında kamp yapmıştım. Yağmurdan dolayı otele yetişemeyeceğimi düşündüğümden güzel bir çınar altı bulup çadırımı kurmuştum. O gece resmen gök delindi, rüzgar da işin içerisine girince ağacın zayıf ve ince dalları kırılarak çadırın üzerine gece boyunca düştü. Çadırın yırtılmaması kaderime bağlıydı. Doğal şartlar ile uğraştığım yetmemiş gibi cüsseli bir kangal çadırı ziyaret etti ve tüm gece dişlerini gösterdiğine emin olacağım şekilde havladı, hırladı. O hırladıkça ben de bağırdım hırladım. Birkaç kez de çadıra yaklaşarak beni yokladı. Karşılığını çadırın kumaşına vurarak vermeye çalıştım. Hem yağmur hem de g.t korkusu sebebiyle çadırın kapısını aralayıp bakmadım. Varlığımı bilmesindense içerde ne olduğunu bilmemesi güvenlik açısından olması gerekendi. Tüm gece uyumadım. İlk başta ciddi manada tedirgin olsam da artık iletişimimizin bu şekilde olacağının farkındaydım. Her şey bitip gündüz olunca bu sefer ağacın dallarına konan ve kafamı s.ken kargaların sesi ile uykusuz bir şekilde çadırdan çıktım. Kangal, iki yavrusu ve bir arkadaşını alıp yanıma geldi. Çantadan çıkardığım peynirli Çizi ile her şey normale döndü ve barıştık. Tabii bunu kurt ya da ayıya yapamam ama yine de denerim :) Çünkü başka seçenek yok. Bir gün Romanya, Transfagaraşan'da sürmeye niyet edersem ayıların peynirli Çizi sevip sevmediği konusunda ciddi araştırmalar yaparım. Bazı şeyleri göze almak ve bunların yaşanabileceğini bilmek gerekiyor. Araştırmacı gazeteciliğimden çıkan sonuca göre İsveç'te en son kurt saldırısı 1821'de yaşanmış. İskandinavya'da ise 1977-2012 tarihleri arası ayı saldırısı 31 imiş. İskandinavya diyorum bak.

TURDA 139. KM 🏴

Jönåker üzerinden Kila'ya geldiğimde yol kenarındaki mezarlığın duvarına bisikleti yaslayıp hem bir şeyler atıştırdım, hem de dinlendim. Ağaç altı olunca dinlenmeyi biraz abartabiliyorum. Mezarlık İsveç'in her yerinde olduğu gibi oldukça temiz ve düzenli. Bir zamanlar Mostar'dan Stolac'a sürerken gölge bulamayıp mezarlıkta 2 saat kadar uyuduğum an geldi aklıma. Konu açılmışken ekleyeyim; yaptğım turları göz önüne alırsam Balkanlar mezarlık konusunda zirvedir.


Bu arada kasabanın tam girişinde olduğum için gelen geçen selam veriyor. Önümde de otobüs durağı var. Tam zamanında otobüs geliyor, yolcuları indiriyor ve tam zamanında gidiyor. Otobüste İsveç'in her tarafında olduğu gibi az insan var. 3-5 kişi. Ben çevre gözlemlerime devam ederken iki tane 10-12 yaşlarında çocuk bisikletle kasabadan çıkıp yanıma geldi. Kesinlikle benden iyi İngilizce konuştuklarını söyleyebilirim. Genellikle yurt dışına çıktığımda konuştuğum İngilizceyi günlük yaşamlarında küçük yaştan itibaren konuşmaya başlıyor bu veletler. Minik dimağlarımız "over there"li, "therefore"lu falan konuşmaya başlayınca İngilizce'de "Basın gidin lan burdan" nasıl söyleniyordu diye düşündüm. Durduk yere moralimi bozdu piçler. Neyse bunlar geldiğim yöne doğru sürerken hıncımı almak için arkadan seslenip "Hişş sarıı, taam bi şey yok devam et" diye seslenesim gelmedi değil. Seslenmedim. Yemeği boğazıma dizdin sarı. Bazı makalelerde buralara tekrar gelmeyeceğimi yazsam da İngilizceyi ilerletip hıncımı almak için dönebilirim. 🙃

Yol çok güzel. Sıcak da yakmıyor ama bende bir gevşeklik var. Sürme isteğim olmadan ilerliyorum. Bazen bazı sebeplerden, bazen de sebepsiz sürmek içimden gelmiyor. Buna illa ki bir sebep bulacaksak yine rüzgarı bahane edebilirim. Sabah saatlerinde sakin seyreden hava öğleye doğru bir şekilde coşuyor çünkü.


Solda güneş yükselmeye devam ederken Nyköpingsvägen'in (yol) asfaltını ezmeye devam ettim. Yerleşim merkezlerinde pek göremediğim motorları şehirler arası yollarda bolca gördüm. Kullanım oranı oldukça yüksek. Ayrıca karavan bolluğu da dikkat çekici hale gelmeye başladı. İlk kez 70 metrelere çıkmanın verdiği heyecanı bambaşkaydı. 😂 Bildiğin bitki örtüsü değişti, iklim değişti, Akdeniz oldu. An itibariyle 145 km yol yaptım fakat 50 metrenin üzerine çıkamadım. Şaka gibi hakikaten. Zaten sıkıcı olan da bu. Yokuş tırmandığınızı ya da indiğinizi hissetmiyorsunuz. Kıvrımlar da nadir olunca yol haliyle bayıyor. Tırmanış olmayınca terlemiyorsun. Rüzgar haricinde bisiklete biraz yüklensen kendi kendine gidiyor. Dün tırmanmadım desem de 900 metreye yakın irtifa kazanmışım. Nasıl olduğunu hissetmedim bile. Belki de tüm sorumluluğu rüzgara yüklediğimden belirsiz iniş-çıkılar ilgimi çekmemiş olabilir. 


İsveç'te irili ufaklı 96.000 kadar göl var. Stavsjön Gölü, Nyköping'den Norrköping'e giderken yolun bir kısmında bana eşlik etti. Fırsat olsa gölün kuzey tarafını da göz atardım ama işte her istediğimiz olmuyor. Yola devam ettikten kısa bir süre sonra otoban ile benim ilerlediğim güzergah birleşince yine yan yoldan sürmeye devam ettim. Şu tura kısa süre içerisinde birçok şey sığdırsam da tekrar yapsam çok farklı olurdu. Öncelikle zamanı imkanlar dahilinde geniş tutardım. Sonra da yeni bir rota planlaması. Belki daha güneyden. Aniden bir tura çıkma isteği geldiği için rota üzerinde fazla çalışma imkanım olmadı. Basitçe gidip göreyim istedim.

TURDA 156. KM 🏴

Gölden göle konan kaz gibi uçmaya devam ederken önümde Torsjön Gölü belirdi. Şunu belirtmekte fayda var. Göl var diye ne rotamı değiştirdim ne de göle gitmek için bir yerlere yöneldim. Sadece yol üzerinde önüme çıkan manzaralar. Torsjön'ü görünce iyice dinlenip Norrköping'e geçme planım ağır bastı. Su insanı dinlendiriyor ve yeniliyor gerçekten. Eğer akşam saatlerinde denk gelseydim kesinlikle burada kamp yapardım. Çadır zeminini serip ağacın dibinde iki saat kadar kestirdim. Zaten tek tük araç geçtiği için ses yok, bolca huzur var. İyice mayıştıktan sonra ciddi ciddi "Acaba kalsam mı?" diye aklımdan geçirdim ama yiyecek yok, içecek kısıtlı. O yüzden Norrköping'e doğru yol alma zamanı geldi.


Hazırlanıp kalkmaya yakın yola park etmiş bir araç gördüm. Orta yaşlarda bir abimiz uygun bir yerden at-çek yapıyor.. Spin avı en sevdiğim disiplin. Şansını denesin bakalım. Torsjön Gölü'nde oldukça iri turnalar olduğunu tahmin ediyorum. Bu kadar kuralcı bir milletin av limitlerine riayet etmesi kaçınılmaz. Aslında tura çıkmadan önce yanıma olta alıp almamakta tereddüt içerisindeydim ama balık avı sabır isteyen bir hobi olduğu için zamanı eritip bitiriyor. Yani zaman kısıtlıysa keyifli anların bazılarından feragat etmek gerekli. Hem onu yap, hem bunu yap diye bir şey yok. Zaten İsveç'te balık avı için bölgesel ruhsat diye bir kural olduğunu öğrendim. Yani A bölgesindeki balık avı ruhsatı ile B bölgesindeki balıkları avlayamıyorsunuz. En azından önüme böyle bir engel çıkması tercihimi kolaylaştırdı ama yine de insanın içinde uhde kalıyor.


Torsjön sonrası Getå'ya iniyorum. Göl 90 metrelerde olunca tatlı bir eğimle beraber Baltık Denizi'nin güneye bakan kıyısı ile tekrar buluşuyorum. Burası sonunda Norrköping'in bulunduğu, oldukça derin girintisi olan bir Bråviken Körfezi. 

Deniz kıyısını takiben gittiğim yolun sonunda yine tabelalar, gps falan derken ortalık karışıyor, öküzün trene baktığı gibi sağımdaki raylardan geçen ama sonu gelmeyen treni izliyorum ve anlamadığım bir şekilde otobana giriyorum. Bir 500 metre kadar gidiyorum ve ilk korna sesiyle irkiliyorum, sonra bir daha ve bir daha. Dayanamayıp Polar'a bakmak için bisikleti kenara çekiyorum ve duruyorum. Az da olsa korna sesleri beynimin içinde yankılanırken dinlenme esnasında dahi korna sesi geliyor. Sanki İsveç'e giderken kornasesi.rar adında bir dosya oluşturup ve otobanda açmışım.

Bu durumda üç seçeneğim var;

1- Kendimi tarlaya atıp uzunca bir yolu bisiklet elimde otların arasından inmek ki bu hiç kolay değil. Yine de baktım ama net düşerim ben oradan.
2- 500 m geri dönüp otobandan ayrılmak. Arkadan görüp korna çalanlar suratıma çalacak bu sefer. Ayrıca yol ayrımına benzeyen yerin girişinde hafriyat kamyonları vardı. Başka bir yol olup olmadığından emin olmadığım için bu riski alamam.
3- 2.5 km boyunca kulakları tıkayıp son sürat otobandan ayrılmaya çalışmak.

Tahmin edildiği üzere (bir Türk olarak) üçüncü seçeneği tercih ettim ve büyük ihtimalle o günkü en yüksek hıza ulaştım. Allah ne verdiyse basıyorum artık. Bunu yaparken sürücülerin kornalarından ziyade polise yakalanma korkusu da ayrı bir dert. Kamera olabilir, kontrol noktası olabilir ya da birisi çıkıp şikayet ederse al başına belayı. Bu şikayet mevzusu sık yaşanan bir olay. Toplum refahını bozacak davranışa tahammülü yok bi sarı kavmin. "Otobanda ne işin vardı?" sorusuna "Tabela koysanıza madem" diye cevap veremeyeceğim için sıkıntı çıkabilir ve bu durumda tur boka sarabilir. Neyse ki herhangi bir dert yaşamadan uygun bir yerden yan yola geçebildim ama o 2.5 km boyunca soğuk terler boşaldı vücudumdan. Norrköping'in yılan gibi kıvrılan yollarını görmek isterseniz Strava haritasına göz atabilirsiniz. Şehrin girişi tam bir muamma.

TURDA 170. KM 🏴

Kamp yapabileceğim bir yer araştırırken Ingelsta bölgesinde bulunan Mc Donalds yardımıma yetişti. Yolun karşısına geçip içeri girdim. Akabinde dinlenme ve karar verme süreci başladı. Polar, Open Street Map kullandığı için uydu görüntüsünü göremiyorum. Onun için telefona ihtiyacım var. Çünkü hava kararacak ve kamp kurmak için çok fazla zamanım yok. Google Maps sağolsun "Abi hemen 100 metre yan tarafında yeşillik var" diye bağırıyor.


Geceyi geçirebileceğim bir üs bölgesi buldum. Burası AVM'lerin arasında ufak bir tepe ama oldukça izole. Tereddüt etmeden çıkıp çadırı kurdum. Burun akıntısı, göz sulanması devam ediyor. İstanbul'da başlayan hastalık yüzünden burnumu sile sile günü bitirdim. Bir önceki gün kadar olmasa da rüzgar yine sürüşümü etkiledi fakat yol güzeldi, göller güzeldi. Dinlenerek geldim ve keyifsizliğim de biraz olsun ortadan kalktı. Arka yoldaki araç sesleri havanın kararmasıyla beraber azaldı. Tepeden kendisine baktığım AVM de boşaldı derken çok fazla zaman geçirmeden uyudum. 

Yarın için planım önce güneybatıya inerek Linköping'e uğramak, sonra kuzeybatı ekseninde Motala tarafına devam etmek olacak.

Kış Güneşi Tadında

Alarm yok, gürültü yok ama bir anda kalkıyorsun. O günlerden biri. Hava aydınlık, henüz güneş çadıra vurmamış, toprak üzerinde uyumak ofis sandalyesinden de ergonomik. Çadırı kurduğum yerin dört tarafı birden açık olmasına rağmen yukarısı ağaçlarla kaplıydı. Dolayısıyla izolasyonu sağlama konusunda başarılı oldum ve rahat bir uyku çektim. Saat dokuzu gösteriyor. Üstelik kendimi de iyi hissediyorum. Hava İsveç şartlarına göre oldukça sıcak. Yani gerekli şartların hepsi tamam. Vakit yola düşme vakti.

Çadırın penceresini hafif aralayıp dışarda neler olup bittiğine göz attım. Temizlik görevlileri etrafı silip süpürmüşler. Uzaktan selamlaştık. "Elleme uyusun" diye düşünmüş olacaklar ki benim tepeye tırmanmamışlar. “Rahatsız edebileceğini düşünmekten rahatsızlık duymak” gibi bir hastalıkları var bu halkın. Sosyal yaşantımda benim de sık sık yakalandığım güzel bir hastalık. Kamp yaptığım ufak tepedeki 3-5 çöpü de ben topladım işlerini kolaylaştırdım. "Bulduğun gibi bırak" ile "Bulduğundan daha temiz bırak" arasındaki fark tam olarak naylon, cips poşeti gibi ıvır zıvıra denk geliyor. 

Hızlı bir şekilde malzemeleri toparlayıp çantalara pay ettim. Tepeden aşağı inip banklarda ufak bir ön kahvaltı yaptıktan sonra dün akşam yemek yediğim McDonald's'a gittim. Elimi yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladım. En çok karşılaştığım saçma sorulardan birisi olan “Yolda tuvaletin gelince ne yapıyorsun?” sorusunun cevabını verdim ve sürmeye başladım. Bir tur bisikletçisine cinnet geçirtmek isterseniz şu klasik soruları sormanız yeterli.

- Yolda lastiğin patlayınca ne yapıyorsun?
- Yolda tuvaletin gelince ne yapıyorsun?
- Korkmuyor musun?

Erken kalkmanın bana verdiği yetkiye dayanarak geze geze gitmeye hakkımı kullanacak olsam da bir an önce şehri terk etmek ilk planlarım arasında. Dünkü tecrübeden yaralıyım, ben bir bahtı karalıyım. 🤐 Rüzgar olmayınca "Teşekkür ederim Allah'ım, seni çok seviyorum Allah'ım" sözleri geçen şarkı mı ilahi mi tam karar veremediğim şeyi mırıldandım.

Yolda neler var bakalım...

TURDA 175. KM 🏴

An itibariyle Baltık Denizi ile Glan Gölü'nü birbirine bağlayan nehrin üzerindeki köprüyü kullanarak Linköping'e doğru seyir halindeyim. Köprüyü geçtim ama “Köprüyü geçene kadar” deyimiyle yüzleşmenin zamanı geldiği için yine bir şehri terk etme sorunsalı baş gösterdi. Haritaya dahi bakmadan nasıl nokta atışı buluyorsam şehirden çıkarken de tam tersi bir aksiyon söz konusu.

Dün yanlışlıkla girdiğim 3 km'lik otoban kabusunu hatırlamak dahi istemiyorum. Baktım köprünün çıkışında trafik yoğunlaşıyor, kendimi hemen bisiklet yoluna attım. Ben bu filmi gördüm ve hiç sevmedim. Hatlar karışınca bilen birine yol sormam gerektiğini biliyorum ama ortalıkta soracak insan yok.

Eylemsizlik prensibi gereği bisikleti sol tarafımdaki kaykay pistine çekip tekrar Polar'a göz attım. Oldukça geniş araziye sahip bir spor merkezinin yakınlarındayım. Arazide buz hokeyinden körlinge, tenisten atletizme kadar birçok sporu icra edebilecek kadar tesis var ve tesisler çok amaçlı değil. Yani buz hokeyi salonunda voleybol maçı oynanmıyor çünkü voleybol salonu ayrı. Buz pisti salonunun ayrı olduğu gibi. Çocukken körling vardı da biz mi oynamadık? :) Araya gereksiz bilgi sıkıştırarak konuyu değiştirmeye çalıştığımı fark etmişsinizdir. Çünkü zaman kazanmam gerekiyor. Navigasyona odaklanıp yola devam etme fikri daha mantıklı gelse de hemen ilerde kıyafetlerinden anladığım kadarıyla otomotiv sektöründe çalıştığını tahmin ettiğim İsveçli bir abimizin yanına gidip sordum. İsveçli diyorum çünkü İsveç'te karşınıza İsveçli çıkacak diye bir kural yok. Ülke nüfusu 10 milyon dolaylarında olmasına rağmen %13'ü göçmen. Güzel güzel anlattı. Biraz sürdüm ve en azından "otobana paralel gidersem bir şekilde yan yolu da bulurum" teoremiyle otobanın altındaki ufak geçitlerden "S" çizerek 3 kez geçtim. Sonunda istediğim, arzuladığım, aradığım golü buldum. 8.5 km sonra yoldayım. Yaklaşık 40 km sonra ulaşacağım Linköping'de öğle yemeği hayali ve burun akıntısı ile sürmeye başladım.

Otobanı sağ tarafıma atıp tek dileğim bir daha kendisiyle karşılaşmamak olsa da öyle olmadı. Otobanın altından bir şekilde geçiyorum, yakınlaşıyor, uzaklaşıyor, kendisine çekiyor ve yine kendinden uzaklaştırıyordu. Borderline sevgiliden farkı yok benim gözümde. Otobana girme tehlikesi korkusuyla uzun ve sonunu göremediğim tarlaların kıyısından yola devam ettim.

TURDA 192. KM 🏴

Ve sonunda Göta geldim. 😂 Göta Kanal, Roxen Gölü ile Baltık Denizi'nin sularını birbirine bağlıyor. Daha sonra da karşılaştığım için detayları yazının sonuna sakladım. Ayaküstü bir 5 dakika kadar dinlendim. Norsholm, kıyısında tekneleri olan, evlerin camından baktığınızda nehri gördüğünüz, Motala Ström'ü (Motala Nehri) çevrelemiş ufak bir kasaba.


Yerleşim merkezini göremesem de sakin, sessiz bir yer olduğu belli. Aslında birkaç dakika sürüp nehrin kenarına inebilirim ama ama ama amaaaa... elli kere bahsettiğim için artık sebebini biliyoruz değil mi? Kısıtlı bir zaman diliminde geziyorsanız içten bir ses "İşini zora sokma kral. Bak dönüş tarihin belli, aksilik çıkar bir şey çıkar ona göre sür" diyor. Sonra da üzülüyorsunuz. Çünkü Norsholm'ün kıyısına insem kesin bir şeyler yer, içer, dinlenirim. Gördüğüm yerlere sayıyorum artık. Birkaç fotoğraf çektikten sonra yola devam ediyorum. Bu arada köprü sallanıyor. Sebebi de açılır-kapanır olması. Göta Kanal'ın geçtiği bazı noktalarda bu köprülerden görmek mümkün. Hava o kadar cillop ki güneşin cildimi yakmaya başladığını hissediyorum.


TURDA 196. KM 🏴

İsveç'te nadir rastladığım restoranlı-marketli benzinliklerden birisine geldim. Muhtemelen otob..'da (ismini sansürlüyorum artık) vardır ama ben o yoldan gitmiyorum. Tek derdim güneş kremini sürüp yola devam etmek ama market girişinde "French Hotdog, 2 för 40 kr" yazısını görünce sabah kahvaltısı ve öğle yemeği öncesi ara öğün oluşturup tıkınayım diyorum. Farkettiğiniz üzere öğünlerimi insan gibi değil hobbit gibi ayarlama konusunda tam bir Peregrin Took'um. 40 Kron 4 Euro (Zamanın parasıyla 14 Türk Lirası) yapıyor. 15 Kron'a da kola aldım. İsveç şartlarında ucuz diyebiliriz. Normalde çok tüketmediğim kolayı bisiklet sürerken biraz fazla tüketiyorum. Ne kadar zararlı şey varsa aynı durum geçerli. Hepsi çalışan bir mekanizmanın içerisine girdiği hızda çıktığı için sorun yok. Kendimi mikser kamyonundan farksız hissediyorum. O da yol alırken bir yandan öğütüyor. 😂 Ne diyorduk, restoran bölümüne girdim. Gölge, klima ve yumuşak koltuk bir araya gelince biraz fazlasıyla yığıldım kaldım. Marketin içerisindeki restoranda "Mayonezli mi olsun, hardallı mı?" sorusuna "mayonezli" cevabını vererek bu hotdoglardan sipariş ettim. Self servis olduğu için bekliyorum tabii. Yalnız hotdogun yapılışı çok zevkli. Bir tarafı açık ve sosisin girebileceği deliği olan bir ekmeğin ucuna mayonezi sürüp (ne anlatıyorum ben?) maşayla sosisi alıp içine tıktı bir güzel. Nimetle şaka olmayacağının farkındayım ama hazırlanışı itibariyle erotik bir yemek olduğunu söylemeden geçemem. Oturarak yiyeceğimi belirttim. Kola ve hotdogları tutuşturdu elime hatun kişisi. O anda tepsinin İngilizcesi de aklıma gelmiyor bir türlü. Bu yazıyı yazarken de gelmiyor. Olmayan bir şeyin tarifini de yapamıyorum. Şimdi plate desem ne işe yarayıp yaramadığını sorgulamadan tabak verecek. Masanın birinden peçete alıp geldim, hotdogları üzerine koyup tepsi tutar gibi taşıyınca ben de dahil herkes gülmeye başladı. Neyse oturdum ve yemeğin yarısında masaya tepsi geldi. Hoş geldin tepsi, iyi ki varsın.

TURDA 217. KM 🏴

Sıcağa çok kalmak istemesem de yapacak bir şey yok. Bu nedenle bir an önce Linköping'e ulaşıp gölge bir yer bularak uzun süreli inzivaya çekilmek istiyorum. Güneş kremini sürüp pedala basıyorum ve 20 km sonra Linköping'e hızlı bir giriş yapıyorum. 25 derece civarı bir sıcaklık var ama güneş tepede. Güneş ışığına maruz kalır da koruyucu krem kullanmazsan milli takım forması almana gerek kalmıyor. Kırmızı beyaz dolaşıyorsun. Tecrübeyle sabit. Sarı kapaklı mavi Nivea favorim. Güneş kremi ile ilgili tek problemim turdan sürüşten sonra kalan yağlı his. Yüzünü de yıkasan, duş da alsan alnına yazılmış kara yazı gibi kalıyor vücufunda. Özellikle alın bölgesindeki yağlılık hissi çok sevimsiz.

Linköping 100.000 civarı nüfusa sahip bir kent. Şehrin kıyısından geçen Kinda Kanal ve kuzeydeki Roxen Gölü haricinde su birikintisi yok (yeter zaten) ama garip bir şekilde yazlık mekan izlenimi bıraktı bende. Bira içip güzel bir hamburger yiyebileceğim, uzun süre oturabileceğim bir yer bakmak için bisikletle mini bir şehir turu yapmaya karar verdim. Burayı hakikaten çok sevdim. Sessiz, sakin ama hafiften kalabalık. Kalabalık derken bisiklet ve insan kalabalığını kastediyorum. İsveç'te nüfusa oranla bisiklet kullanımının en yoğun olduğu kent bile olabilir. Kentin genelinde gotik mimari hakim. Oldukça büyüleyici yapılar var. Ortalık katedralden, kiliseden geçilmiyor. Benim de yirmi yıla yakındır dinlediğim Opeth'in davulcusu Martin Axenrot burada doğmuş. Öznel bilgi olarak araya sıkıştırayım. Araba olmayan kentin öne çıkan en önemli kazancı sanayisinden geliyor. SAAB burada kurulmuş. Spor ve sanat alanında da gayet aktifler. Şehrin rengi, sarı sokakları ve sıcaklığı hoşuma gitti. "İsveç'te yaşama fırsatın olsa nereyi tercih edersin?" gibi bir soru gelse Linköping ya da bir ihtimal Helsingborg cevabını veririm. Aslında tamamen farklı karakterde yerleşim merkezleri ama ikisinde de kendimi iyi hissettim. Konaklama türlerine göre bir dizilim yapsam Stockholm'e tatil köyü, Helsingborg'a otel, Linköping'e ise butik pansiyon derim. Bu arada Wikipedia'da rastladığım bir bilgi daha: Trabzon ile Linköping kardeş şehirmiş. Bilgiye şaşırmak bir yana bu iki şehri de görüp deneyimlemiş birisi olarak hangi platformda karşılaşıp bu kararı almışlar aklım almıyor. Yobazlık konusunda Trabzon, Sakarya ve Konya'yı bermuda şeytan üçgeni olarak adlandırabilirim. Şehrimiz hakkında ne biçim konuşuyorsun lan" diyenleriniz olacaktır. Bunu söylemeniz güzel bir gelişme. Linköping'den selamlar. 🫡

Aslında İstanbul'dan başlayan hastalık sebebiyle salya sümük dolaşıp bisiklet sürüyordum ama şu an kendimi iyi hissediyorum. Rüzgarın azalması, havanın ısınması biraz olsun hastalığı unutturdu. En azından ne giyeceğimi biliyorum. Bugünü aktif dinlenme günü ilan ettim. Bazen turcuların öyle günleri vardır. Kendi gider bisiklet.

Dönelim Linköping'e. Şehri tavaf ettikten sonra restoranların olduğu yere doğru yöneldim. Barların, restoranların parsellediği bir sokak Ågatan. Biraz fazla dinleneceğim için rahat bir yer arayışındayım. New York Legends isimli restoran hoşuma gitti. Sports bar olarak da işlev görüyormuş ve gece 1'e kadar açıkmış, Cuma-Cumartesi gece 3'e kadar (sağol şekerim başka planlarım var). Şarjları doldururken biraların tadına bakmak için yeterli zamanım var. Fiyatlar ciddi anlamda tuzlu ama gün şımarma günü.  

Yine de o zamanın fiyatıyla İstanbul'daki bir bardan farkı olmadığını söyleyebilirim. Yani düz bir mantıkla hareket ettim ve buz gibi bir Heineken ile başladım. Daha önce içmediğim biraların tadına bakmak için hazırım. Genelde yurt dışına çıktığımda aynı marka/stil bir birayı ikinci kez almamaya özen gösteriyorum. Yol boyunca arada girdiğim Systembolaget'lerde ipin ucunun kaçmaması en büyük dileğim. Ardından Murphy's Irish Stout söyledim ama ne yalan diyeyim çok da bir beklentim yoktu. Bir sonraki birayla beraber gelsin diye de çizburger siparişi verdim. Murphy's'in tadı görüntüsü kadar güzel. Guinness'ten kesinlikle güzel. Üzerine çok gül kokladım ama hayatımda içtiğim en güzel stout bu olabilir. Menüdeki biralar 50, 60 ve 190 cl'lik. 190'lık büyük ihtimalle bizim birahi, biraver gibi saçma sapan isimler koyduğumuz sunum şeklinden ibaret olsa gerek. Restoranı beraber kapatmanın ve Linköping'de gecenin köründe kamp yeri aramanın alemi yok. Farklı cins bira seven ve o geceyi içmeye ayıracaklara tavsiyem şu olacaktır. Lager, pilsner devam edip stoutları, aleleri araya sıkıştırmak. Buğday bile sürekli içince bir yerden sonra bayıyor. Buğdayın hakkı max. 2'dir benim nazarımda. Götlands Bryggeri'nin Wisby Weisse'ını söyleyip buğdayla yemek faslını sonlandırayım dedim. Bira ve çizburger geldi. Wisby Weisse, Weihenstephaner'den hallice. İlk yudumda muz tadını aldım. Yani tamam değişik bir tadı var ama garip bir tadı da var. Muz, kayısı, narenciye, kurutulmuş incir falan. Bira değil, aşure. Görünüm olarak altın sarısı şeftali rengi deniyor prospektüsünü okuduğumda. O kadar malzemeyi karıştırınca karışık meyve nektarının rengi de öyle oluyor. Günün kazananı kesinlikle Murphy's Irish Stout. Kaymağı Guinness'den daha pürüssüz bir stout içtim ya gözüm arkada kalmaz artık. Öküzdoyuran adını verdiğim çizburgeri yedikten sonra dört buçuk sularında mekandan ayrıldım. Yan masadaki teyzelerin (70x3=210 yaşındalar) benden aşağı kalır yanları yoktu. Sosisleri, kızartmaları bira eşliğinde löp löp götürdüler. Yarasın deyzigörller.

Bulunduğum yerden dümdüz yukarı çıktığımda ilginç bir şekilde şehir dışına çıktığımı görüyorum ki 3 gündür şehir içinden çıkamayan birisi olarak bir şehri bu kadar kolay terk etmek garip geliyor. "Yanlış yolda mıyım acaba?" diye tereddütte kalmadım değil. Güzel oldu be. Rahatladım, pamuk gibi oldum biraları içince. Yine otobanın altından geçip (otobanın altından en fazla geçtiğim gün olarak kayıtlara geçsin) Bergsvägen'e giriyorum. "Vägen" yol anlamına geliyor. Bizdeki Antalya yolu, Ankara yolu gibi. Bundan sonra vagen dersem kapiş. Otoban haricindeki yollar kalitesiz anlamına gelmesin. Gayet düzgün, sadece otoban kadar geniş değil. Zaten kimin ihtiyacı var geniş sevimsiz yola.

Roxen Gölü'nün kıyısından Berg'e kadar bisiklet yolunu kullanarak gidiyorum. Pardon bisiklet otobanı. Novi Sad'ın batısındaki bisiklet yolu doğal anlamda burayı geçse de bu kadar geniş, ferah, huzurlu bir bisiklet yolu görmedim. Birisi bisiklet römorkuna köpeğini oturtmuş, diğeri koşuya çıkmış, öbürü bagaja marketten aldıklarını yığmış, çocuk gezdiren, falan filan... Herkes nizami sürüyor. Sol tarafımda araçlar mucurlu asfaltta yol alırken benim kullandığım yol denizin sabah sessizliği kadar düz. Bu arada ülke olarak bisiklet yolu yapmayı bilmiyoruz biz. O mavi renk, bisiklet yolu olduğunu belli etmek için değil, birilerinin cebine para girmesi için kullanılmıyorsa ben de bir şey bilmiyorum. Bu kadar kaygan bir boyayı yola bocalayınca özellikle keskin virajlı bisiklet yollarında insanlar düşüyor. Ulaşım için arada kullandığım Antalya Beachpark'taki bisiklet yolunda bir gün bisiklet sürerseniz ne demek istediğimi tam olarak anlarsınız.

TURDA 230. KM 🏴

Berg'e ulaştıktan sonra sola dönüp biraz ilerliyorum fakat yanlış yola girdiğimi tahmin etmiş olmalıyım ki hareket halinde olup olmadığı belli olmayan bir araca yanaşıp Motala yolunu soruyorum. Soruya soruyla karşılık verip inceltilmiş "a" ile "Moh-tâlâ?" diyor. Evet "Motala?" bro zorlama işte, benim derdim başka. Telaffuz edemeyebilirim kolay olmayan dilinizi ama bir zahmet konu dışına çıkmayalım lütfen. Aradığım tek şey yol. Şu taraftan diye elinle göstereceksin en fazla. Birkaç cümle ile derdimi özet geçip şu an turda olduğumdan bahsediyorum ki jeton düşsün. Tekrar "Moh-tâlâ" diyor. Ulan bende mi sorun var, yoksa sorunlulara mı denk geliyorum diye adama hak ettiği sözcükleri söylüyorum, içimden. "Heh moh-tâlâ as you say" diyerek topu karşı tarafa atıyorum. Sanki "Burdur'da güzel şiş nerede yiyebilirim" diye sordum. Cevap geliyor "I don't know". Tamam hocam anlaşıldı. İsveçli olup olmadığı konusunda emin değilim ama bir İsveçliye göre bu fazla kavruk arkadaşın da benim gibi yol bilmez yer bilmez olduğuna eminim. Yaban ellerde iş yine başa düşünce Polar'dan kontrol ettim. Yeni bir otoban macerası yaşamamak için ters istikamete dönüp Berg'den kuzeye devam ettim ve yol kendini buldu. Aklımın bir köşesinde zaman ve mesafe kontrolü yapıyorum. Hızlı gitsem Motala'ya yetişirim ama karanlıkta kamp kurup ertesi gün nerede uyandığımı görmek pek istediğim bir durum değil. Motala, yüz ölçümü bakımından İsveç'in ikinci en büyük gölü olan Vättern'in kıyısında kurulmuş bir liman kenti. Limana kadar manzara oldukça güzel. Hızımı düşürüp yolun keyfine bakmaya karar verince Berg ve Ljungsbro'yu sağıma alıp kuzeye doğru ilerlemeye karar verdim.

Vättern Gölü ile Baltık Denizi iki farklı koldan birbirine bağlı. Birincisi Motala Ström ki bu doğal bir su yolu, diğeri ise ulaşım için kullanılan Göta Kanal. Kanal, ticaret için büyük önem arz ediyor. İsveç'in iki yakasını yani Göteborg ile Söderköping'i (dolayısıyla Stockholm'ü) birbirine bağlıyor. Bu iki büyük şehrin arası kanal yoluyla 580 km. Yok ben denizden gideyim derseniz 950 km. Bir kanal koca ülkeyi ortadan ikiye yarıyor. Ayrıca kimse çıkıp "İsveç'in güneyini ada yaptık" şeklinde çılgın projeden bahsetmiyor. :) Göta Kanal'ın 19. yüzyılda yapıldığını düşünürsek çoktan çıldırmış İsveçliler. Neyse benim ilgimi çeken durum farklı aslında. Bu gece Motala Ström ile Göta Kanal'ın tam ortasında kamp yapacağım ve aralarında 100 metre civarı fark var. Yani toprağın iki yakası su, ben de ortasındayım.

TURDA 247. KM 🏴

Bulunduğum lokasyon, ertesi gün içinden geçeceğim Borensberg'in 1 km kadar gerisi. Bisikleti birkaç piknik masasının bulunduğu dinlenme alanına çektim. Alanda 4-5 adet kabin mevcut, Kabinlerde; duş, el yıkama, tuvalet, soyunma gibi ihtiyaçlarınızı ücretsiz karşılayabiliyorsunuz. Ne işe yaradığını çözemediğim bir kabin daha var. Üzerinden aylar geçti hala düşünüyorum. Paspas falan mı yıkanıyordu, ya neyse... Özet olarak nokta atış, yatılır burada. Ülkenin muhtelif yerlerinde bu dinlenme alanlarından var. Üstümü başımı değiştirdim. Nehrin kıyısına inecek ufak bir merdiven var ve cennete açılan bir kapı gibi. Çevreyi fotoğraflayıp dinlendikten sonra rüzgarın sessizleşmesi ile birkaç sivrisineğin taarruzuna uğrayarak tekrar yukarıya çıktım.

Yalnızlık

Birkaç aile geldi gitti, halihazırdaki karavan uzaklaştı ama kimseyle konuşmadım. O bölgede çalıştığını düşündüğüm 2 kişi daha geldi, muhtemelen benim yaşlarda olan bu kişiler de sanki orada değilmişim gibi davrandılar. Benim derdim muhabbet etmekten ziyade birisinin beni merak edip etmediği oldu. Kendimden şüphe etmeye başladım. Varoluş sancıları çekerken aklıma İhsan Oktay Anar'ın Puslu Kıtalar Atlası'ndaki sözleri geldi.

“Düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşünüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.” - İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası

Bir şey sormadıktan sonra kimse konuşmayı bırak, dönüp dahi bakmıyor. Balkanlarda tanıştığım kişiler ile gece içmeye çıktığım zamanlar aklıma geldi. Sürekli araya Balkanlar sıkıştırdığımın farkındayım ama henüz 2 ay önce bu turu yaptığım için en güzel karşılaştırma seçeneği olarak elimde bu var. İsveç'te genellikle doğanın ortasında geceyi geçiriyorum ama yalnızlığın dibini görmeye başladım. Bu anlattıklarım yalnızlık ile asosyalliğin farkına dair güzel bir örnek. Her ne kadar yazlnızlığa hazırlıklı olsam da sonuç olarak ketum bir halk kitlesi ile karşı karşıyayım. İnsanın böyle durumlarda sıvı gibi bulunduğu kabın şeklini almaktan başka bir seçeneği kalmıyor. "İskandinavlar soğuk insanlar" klişesinin gerçek olup olmadığını bir anlamda tecrübe etmek için olayı akışına bırakıp gözlemliyorum. İlk iletişim hamlesi konusunda çekimser olmayı tercih ediyorlar. Konuşmaya başladıktan sonra ise sen ikna olana kadar yardımcı olmaya çalışıyorlar. Az önce adres sorduğum leylayı hariç tutuyorum. :) 

Velhasıl kimseden ses soluk çıkmayınca masadan kalkıp çadıra yöneldim. Yakınlardan silah sesi gelmeye başladı. Haydaaaa... İlk anda anlam veremesem de sesleri biraz dinleyince muhtemelen ava çıkmış birileri olduğunu tahmin ettim. Yanılmamışım. Yarım saat sonra 2 kişi gelip diğer masaya oturdular. Yanlarına gidip "Hasılat nasıl başgan, var mı bişiler?" diye sormama gerek yok. Çünkü ortada ava dair bir emare yok. Akşam akşam ölü hayvan görmeye mecalim de yok. Kural ve av limitlerinin kesinlikle uygulandığından konu ile ilgili herhangi bir bilgim olmasa da eminim. Bitmez tükenmez bir geyik stoğuna sahipler. Ekosistemin dengelenmesi bazı vegan dostlarımız beğenmese de insan tarafından gerçekleştirilebiliyor. Tabii ki bu arkadaşlar konuşmadılar. Tüm tur boyunca yalan olmasın, sadece birkaç kişi yanıma gelip benimle iletişim kurdu.

Hava karardı. Karnım tok, sırtım pek ve yatıp zıbarayım diyorum artık. Sadece yarım şişe suyum kalınca kabine girip iki suluğu da doldurdum, içtim. Midem bulanmaya başladı ve suyu içtikten bir dakika sonra da çıkardım. Sonra da karın ağrısı çeke çeke, döne döne uyudum. Hava alanı tuvaletinde bardak gördüğümde sorgusuz güvenmiştim sana İsveçli kardeşim. Benim için o bardak değil, bir semboldü. Her şey göründüğü gibi değilmiş.

Dönüp baktığımda bugün yoldan 76 km daha eksildi. Motala yakın sayılır. Yarın transit geçip yola devam ederim diye düşünerek yattım.

Aslında uyuduğuma göre yazının burada bitmesi gerekiyor fakat gece birkaç kez daha kalkıp maalesef tekrar kustum. İçtiğim su midemi altüst etti. Keşke suyu kaynatıp çay demleseydim diye iç geçirsem de olan oldu artık. Güzel başlayarak devam eden gün saçma bir şekilde sonlandı. Hastalığı belki de atlatmaya yakınken kaset başa sardı. Neler olacak, yaşayarak göreceğiz.